Şurada kendisi hakkında bilgi var, kısaltayım: Batu şair, akademisyen, milletvekili, gezgin. Ekşi’de yazılana göre Ahmet Adnan Saygun’un Kerem nam operasının sözlerini yazmış, Suut Kemal Yetkin’le dergi çıkarmış çok yönlü bir insan. Oğlu İnal Batu’nun büyükelçiliği var, bir de Kardak Krizi zamanında Türkiye’nin savaşa girmeden hamle yapmasını sağlamış. İnal Batu’nun kızı da Pelin Batu, az çok tanıyoruz. Sağlam aile. Selahattin Batu gezmeyi pek severmiş, bu yazılarını gezi güncesi olarak değerlendirebiliriz. Ben değerlendirdim, Batu’nun iyi bir denemeci, düşünür olduğunu söyleyemem ama sağlam geziyor, gezdiği yerleri ve gittiği müzelerdeki sanat eserlerini anlatırken şiire kayıyor ki hoş, insanlığa dair düşüncelerinde meseleleri aşırı basitleştirerek vardığı kolay çıkarımlar hoş değil. Bir de soyut dışavurumcular için söyledikleri var, aman Allah, öylesi bir yüzeysellik için ne denir bilemiyorum. “Höğ” diyeceğim ben. Her neyse, yolculuğun ilk günüyle başlıyoruz, tarih 18 Haziran 1962, yer İstanbul, istikamet önce İtalya sanırım, sonra İsviçre. Evet, Venedik üzerinden İsviçre’ymiş, şimdi gördüm. Hava çok güzel, deniz çırpıntılı, Batu bütün gençliğini o denizde geçirdiği için çok mutlu. Akşama doğru Gelibolu önlerine geldiği zaman çocukluğuna dönüyor, Eceabat günlerini hatırlıyor. Evin serin taşlığı, mermer bilezikli kuyusu, yağlı boya dolapları, yüklükleri unutmamış, o zamanlar dört yaşında. “Onsekiz Mart savaş günü dokuz yaşındaydım orada. Eceabat bir ordugâhtı artık. Sokaklardan telaşlı telaşlı ordu birlikleri geçiyordu. Ardı arası kesilmiyen top sesleri uğulduyordu havada; biz de bir kayıkla ateşten kaçmıya hazırlanıyorduk.” (s. 6) Akşamına Gelibolu’ya varıyorlar, sonra karşı kıyıya. Birkaç gün sonra Gelibolu’nun bombalandığını, evlerin yandığını görüyorlar, bir saat geçmeden şehir tamamen boşalıyor. Bu sırada gemi yoluna devam ediyor tabii, Batu’nun anıları da hareket ediyor. Kıyıda birkaç selvi, altında Batu’nun iki ninesinin mezarları. Başka bir yerde subay eniştenin kayığıyla gezdirdiği sığlık, sonrası açık deniz. Anılarından ayrılışının acısını duyuruyor Batu, 22 Haziran’da mesele sadece denize dönüyor. Bir “arketip”, insanlığın belleği suya gömülmüş de ancak mitlerden çıkarılabilirmiş düşüncesini doğuruyor deniz, Batu suda antik uygarlıkların izlerini ararken bir yandan kitaplarını anlatıyor. Seidenfaden, Böhme, Eckhart, düşündüğü veya eline aldığı ne varsa. Bir kitap güncesi aynı zamanda bu yazılar, kalemi eline aldığı an gezginin aklına ne düşerse. Venedik’e varmadan bir Doğu-Batı kıyası düşüyor mesela: “Durmadan araştıran, araştırdıkça da derine inen, ilk nedenlere kadar yaklaşan Batı düşüncesi, bu yeteneği ile kuruyor, yaratıyor, aydınlığa ulaşıyor. Doğu ise dikkatten, araştırmaktan korkmuş, yalan yanlış anlatışlarda kalmış, tasvirlerle yetinmiş, bunu yapınca da anladığını, görebildiğini sanmış, hayallere kapılarak gerçeklerden uzaklaşmış, dışta boş sözlerle oyalanmış, derinlere, temellere inememiş hiçbir zaman… Oysaki kişinin eşyaya önce merakla bakması, anlatışlara sonra geçmesi gerek. bunun aksi dikkatsizlik, tenbellik, doğululuk, hatta yalancılık… Asyalının önce araştırmayı öğrenmesi gerek.” (s. 9) Venedik’e sabahtan vardıklarında şehrin yavaş yavaş ortaya çıkışına hayran oluyor Batu, sıcaktan yakınmaya başladığı sırada İsviçre’ye doğru yola koyulduğu için dağların ve ormanların serinliğine sığınıyor hemen. Tren yolculuğu, insanlar gözün kenarından yükselip diğer kenarından düşüyorlar, dağlar daha uzun süre orada kalacak. Bu güzel betimlemelerden sonra ne geliyor peki, kadınlarla ilgili tamamen öteleyici bir bakışla yazılan 28 Haziran tarihli gündüşümü. Sevmiyorum ya, genelleyicilikten iyi, hoş, işe yarar bir şey çıkmıyor, karşıtlığa varılıyor hemen. “Kadınları anlamalıyız ama anlamaya çalışmak boşa çabalamak demek, o zaman onları oldukları gibi kabul etmeliyiz çünkü onlar ayrı bir tür” tarzı. Batu’nun derinleştiği noktalara bakayım, bir de anlamadığı sanat biçimleriyle ilgili yorum yaparken sinirlerimizi bozacak çünkü, güç toplayalım. Bern dolaylarındaki Murten’e, göle gidiyor Batu, gölün buğusunda Batı’nın zekâsıyla bakmayı anlatıyor. Çalışma iklimi, herhangi bir konuyu araştırmanın verdiği zevk o buğuyu sadece estetik açıdan görmenin ötesini sezdiriyor, Batı’nın bu güzel doğasıyla iç içe yaşayan insan yaşamına anlam katmanın farklı yollarını arıyor, Doğuluysa bu manzara karşısında yoruluyor. Daha güzele meyil dedim de yine indirgemeciliğe kayıyor Batu. Yanlış değil de eksik bir şey var, senteze varmak için başka kutuplardan yaklaşmıyor mevzuya. İnsanlığın psikolojik değişimini ele alırken de öyle, determinizmle irrasyonelliği tokuşturmuyor da yaşama giriş dersi verirmiş gibi ad geçiriyor sadece. Eh, biraz da doğa: “Bern’e hangi tepeden baksanız güzel diyor insan. Bern’den nereye çıksanız yemyeşil…” (s. 21) Memleketten gelen bir dergi keyfini kaçırıyor Batu’nun, Sivas dolaylarındaki çocukların açlık çektiklerini okuduğunda İsviçre’nin çocuklarına bakıyor. Sessizliği öğrenmişler, yoksul değiller, aristokrat dünyada paşalar gibi yaşıyorlar. Üst sınıfın ikamet ettiği mahallerden pek ayrılmayan Batu gördükleriyle düşünüyor sadece, Doğu’dan milyonlarca ışık yılı uzakta olduğunu duyumsuyor. Ormanlarda dolanırken insanı sevmeyenin doğayı da sevmeyeceğini söylüyor, kayda değer de bir şey söylemiyor açıkçası, geçiyorum. Dağ, taş, orman, tepeler, insana dair birtakım çıkarımlar, bazı şeylerin öyle olması ve bazı şeylerin de neden böyle olması, aşağı yukarı bunlar. İlginçtir, İstanbul’daki bir dostundan gelen mektubu okuduktan sonra Batu’nun övgüleri yerini yergiye bırakıyor. İnsanlar yüreklerinin çarpıp çarpmadığının farkında değillermiş orada, tedirginlik ve huzursuzluk ruhlarını ele geçirmiş, psikozlarla boğuşuyorlarmış, ileri uygarlık düzeyinde varılması gereken ideal düzen Batu’nun deneyimlediği değilmiş. İnsan sevgisi olacakmış ve bilim, teknik bu sevginin üzerine inşa edilecekmiş. Kısacası Twain’in dediği gibi Batı ve Doğu apayrı şeylermiş ama değerlerinin birleştirilmesi gerekiyormuş. “İşte gün günden sarsılıyorlar; ileri değil geri gidiyorlar şimdi; karşılaştıkları zorlukları artık kolayca yenemiyorlar. Beş kıtayı önüne katan eşsiz bir uygarlık, kendi yurdunda yıkılıyor için için. Bilimden, teknikten, kaba kuvvetten çare bekliyorlar ama bunları yönetecek insanı, asıl kaynağı düşünmüyorlar.” (s. 74) Ne güzel fikirler diye düşünüp geçtim, altmış yıl öncesinin mevzuları insanlıkla aynı yaşta.
Sanat meselesi. Basel’deki bir müzeyi dolaşıyor Batu, Gauguin övüyor, Manet övüyor, Monet övüyor, renklerin imge curcunasından bir kaşık alıp formların müphem dehlizlerine boca ediyor, çiçeklerin uçarılığa garklığından insanın sonsuzluk ve güzellik karşısında duyduğu cıvdırma hissine seriliyor, kendinden geçiyor kısacası. Ne zaman yakın tarihli eserlere geliyor, şenlik başlıyor orada. Picasso’nun biçimleri sevimli değil, bölük pörçük, bütünlüksüz ve itici, hele onu da geride koyanlar, soyutta tükenenler sevilir gibi değil. “İşte bir tablo içinde üst üste, yanyana üç yüzey; penbe, ak, kahverengi… Ve bir avuç kırmızının içinde sönmüşler hepsi… Ne gölge, ne ışık, ne duygu, ne düş; ne de bir şarkı, bir ritm… Resim midir bu? Ne söyler insana, neyi düşündürür, neyi duyurur? Yalın olmayı bunca kolay mı sanırlar? Derinlik sadece bir boşluk mudur?” (s. 91) Daha da iyisi var, tablonun içinde yalnızca bir isim var, sanatçı adını yazıp duvara asmış. Batu onun yanındaki resme bakıyor, denizi seçiyor ama çizgilerden hiçbir şey anlamıyor. Sanatçı devam edecek mi resmetmeye, bitirdi mi, bitirmese niye assın, asmışsa amacı nedir, Batu orada olup bitenden pek bir şey anlamayıp bildiği sulara geri dönüyor sonra. Güldüm biraz, Batu’yu anladım ama onun karşılaştığı şeyi anlamaya çalışmaması, daha doğrusu kendi estetik algısının dışına çıkmadan zihinsel konfor alanında bir şeyleri çözmeye çalışması komik.
Tekrar basılır mı bilmem, sahaflarda denk gelinebilir. Çok da lazım değil bunu okumak, meraklısı okusun diyeyim.
Cevap yaz