Yekta Kopan cephesinde yeni bir şey yok. Bol benzetme, oradan itip buradan çekerek imgeyi şuyu buyu birleştirme, esas mevzuyu kısa paragraflarla genişletip tekrar ana çizgiye dönme, bunlar. Konular yine hoş, Kopan’ın karakterlerinin ince ince çektikleri acılar cezbedici, bu öyküleri seven okurların neden sevdiklerini anlıyorum ama hep aynı yapıyla karşılaşmaktan sıkıldım şahsen. “Samodey”e bakalım, ilk öykü. Anlatıcı annesine sesleniyor öykü boyunca, başta uyku tutmadığını söylüyor. “köyleri önüne katıp ocakları söndüren bir çığ” oluyor uykusuzluk, odaya öyle doluyor. Çok “büyük” geliyor bu benzetmeler bana, daha hikâyenin omurgası ortaya çıkmamışken en başta böylesi bir lirizm, eh. Mesela Tom Robbins’in uçuk kaçık benzetmelerini düşünüyorum, anlatının atmosferiyle uyumlu olduğu için yadırgatıcı değil. Kopan tam tersini yapıyor, benzetmelerden bir atmosfer doğurmaya çalışıyor, pek tutmuyor bu da. Hikâye zaten sağlam ve iyi örülmüş, bu tür tekniklerin ilişebileceği anlam boşluğu, yeri yok. İşte, anlatıcı annesinin öğrettiği boktan şeylerin allak bullak ettiğini söyleyip özür diliyor hemen ağzını bozduğu için, kızgınlığı içki, çay, kahve içmeyip dümdüz bir yaşam sürdürmesinden. Anlamsız hece yığınlarından başka bir şey çıkmıyor annenin ağzından, o halde hemen yükselmeliyiz yine: “Beni kör kuyularda cevapsız bırakma ne olur. Söyle. Söyle. Söyle.” (s. 12) Necati Tosuner’in Seyit Göktepe için söylediği şeyi hatırladım, büyülenmiş bir şekilde okurken “Yapma Seyit!” diye bağırası gelirmiş sık sık, Kopan’ın öykülerini okurken aynı şeyi hissediyorum sanırım. “Samodey” sözcüğü annenin anlamsız hecelerinden üçü sanıyorum, anlatıcı some old day diye, “sen ol ey” diye anlıyor ama same old day de olurmuş. Anılar canlanıyor hemen, anlatıcı annesiyle birlikte geçirdiği günleri deriyor, Kopan’ın bu geçmişten getirip anlatı zamanına eklediği detaylar şahane. Anlatı yavaş yavaş ortaya çıkıyor, öykü güzel güzel kuruluyor, bildiğimizden bilmediğimizi de seziyoruz fakat o ne: “Hafızanı yitirmeye başladığını söylediler bir sabah. Vücudundaki bütün hücreler unutacakmış, ne biliyorlarsa.” (s. 16) Anlatıcı inanmıyor, “imkânsız” sözcüğünden yine anılara dalıp başka bir noktadan çıkıyor, güzel de yapıyor ama bu iki cümleyi öykünün okura el sallaması olarak görüyorum, “Şuradan gideceksiniz,” diyor öykü, istikameti alenen gösteriyor. Mesela bu iki cümleyi öykünün başına koysak merkezkaç etkisiyle yayılırdı öykü, daha şık olabilirdi ama şu haliyle anlatıcının öznel dünyasını bıçak gibi kesiyor bu cümleler. Bunca açıklık karakteri de tutarsızlaştırıyor, mevzuyu bu kadar açmaya gerek var mıydı diye düşünüyorum, düşündüm, bitti. “Cesur Geyikler”e geldim, çok iyi öykü. Anlatıyı başından sonun bağlayan “rüzgâr” var bu kez, ilk paragrafta rüzgârın peşini bırakmadığını söyleyen anlatıcı ikinci paragrafla yıllar öncesine, işkencelerle sorgulandığı günlere dönüyor, aynı rüzgâr. Hamdi’nin durumu daha fena, anlatıcıdan daha zayıf ve daha kısa, dayanacak gibi değil. Geçmişe dönerek yakalanma anlarını görürüz, geleceğe giderek bağlarının nasıl koptuğunu da görürüz, Kopan ana çizgiden sapmalarla hikâyeyi dallandırır, gövdeden devam eder sonra. Anlatıcıya erotik hikâyeler okurlar, ereksiyon olursa testislerle hoş olmayan münasebetler kurarlar ama erekte olacak durumu yoktur anlatıcının, işkence canına okumuştur, bu yüzden dayanabildiği kadar dayanır. Koğuşta türkü çığırırlar, anlatıcı uydurduğu hikâyeleri Hamdi’ye anlatarak 1001 geceden sağ çıkmalarını sağlar. Dedim ve rastladım yine, sorgulayanlardan birinin dediği: “‘Kimlerden emir aldın, o planları kimler için yaptın, kimlere ders verdin, tek tek sayana kadar durmayacağım bok herif!’” (s. 29) Daha önceden deyip demediğimi hatırlamıyorum, bizde küfür yok. Kurmacalar pırıl pırıl, steril. Bir tane numunelik koymuş Kopan, başlarda, “Anlamını sikeyim,” diyor biri, sonrası temiz. “Bok herif” demez yani onca işkenceyi gözü kapalı yapan adam, psikolojik olarak çökertmeye çalıştıkları adama ana avrat giderler. Başka yazarlarda da var bu, meyhanede geçiyor mesela mevzu, herkes TRT spikeri gibi konuşuyor. Konsomatrisinden pezevengine herkes bıçkın delikanlı ama dil yumuşacık. Aynı yazar, başka öykü, balıkçılar var bu kez, yine aynı. Bilemiyorum, kurgu değil de ütopik simülasyon gibi geliyor böyle olunca. Gerçi okur da garip, “Bu kitapta çok küfür var, utanmadın mı çevirmen, yayınevi?” diye çıkışıyorlar. Neyse, anlatıcı hapisten çıkınca babasının memleketine döner, hayata yeniden başlar ama o rüzgârdan kurtulamaz bir türlü, geçmişi peşindedir.
“Katil, Uşak!” hakkında pek bir şey söyleyemeyeceğim, herkesi mum etmiş bir diktatörün aldığı sert cevapla şaşkına dönmesi, sonra öcünü alması anlatılıyor. İki şey var, biri yine benzetme: “Kızgın tavada eriyen tereyağı olmuştu Diktatör’ün cümleleri.” (s. 40) Işık hızına yaklaşan bir cismin kütlesini kaybetmesine de benzetilebilirdi, ne bileyim, zabıtadan kaçan bir dilencinin cebinden düşen paralar olur, tereyağı da olur, yıkanırken çeken bir çamaşır olur. Olur yani. Olmasa keşke. Ve yine bir açıklama paragrafı, iki tane daha doğrusu. Uşak çıkıştı, Diktatör çarpıldı ve belli ki intikam alacak. İntikamını görmemize, Diktatör’ün ne kadar aşağılık, gebeş bir adam olduğunu görmemize gerek yok sanıyorum, öykü bu şekilde sonlandığında gösterilenlerin simgesel anlamı varsa toptan kayboluyor, açık anlatım dağıtıyor kurmacanın havasını. “Mektup” ve ardından gelen bir iki öykü büyük yazarlara saygı duruşu olarak görülebilir, bu öyküde Atay’a sallanan bir el var. Yine aynı taktik bir de, sorgulanan Serkan Gül tavana bakar ve ahşabın türünü belirler, bu belirleme eylemi daha sonra Gül’ün mesleğini, uğraşını, yaşamını anlatmak için kapı işlevi görür, öykünün sonu da aynı eylemin tekrarlanmasıyla kurulur. Mektup gelir işte, yazıldığı dil belirsizdir, Gül mektupta ne yazdığını araştırır, sonra sorguya çekilir, bu süreç anlatılır. Atay’ın karakteri eve hapsolmuşken Gül önce evin dışına, sonra sorgulandığı mekâna hapsolmuştur, aradığı cevapları bulamaz, istenen cevapları veremez, korkuyu bekler bir. Camus’nün şöyle bir başını uzattığı öyküyle bunu vasatların arasına koydum, sonra “Ev Hali”ni açtım ve Kopan’ın iyi öykülerinden biriyle karşılaştım. Otoriter bir yönetim muhalif olarak gördüğü insanların evine kolluk kuvveti sayılabilecek bir adam gönderir, adam yollandığı evdeki her olayı raporlar, üstlerine bildirir. Kurtuluş yoktur, uydurma bir dille haberleşme çabaları sonuç verse de takma isimler ve uydurma kelimeler kişiliği silme tehlikesini de doğurur, yine de kurtuluş gününün uzakta olmadığını düşünen anlatıcı mücadeleyi bırakmaz. “Factotum” da iyi, anlatıcı ve kamyon sürücüsü İhtiyar’ın yolculuk, özgürlük öyküsüdür. Yollarda serserilik, güzel ama benzincinin kızının ağzında anlatıcının “çüküm kadar” dediği sakız neden çük kadar, neyse, gecenin bir yarısında yanlarına gelen orospuyla eğlenirler, sonra yine özgürlüklerinin peşine düşerler ve yolculuk bir deniz kenarında son bulur, en azından öykü son bulur, yolculuğun süreceğini biliyoruz. İhtiyar donunu monunu çıkararak denize atlar, o sırada anlatıcı da yere uzanır ve mırıldanır: “‘Seni senden başka kim özgürleştirebilir ki?’” (s. 104) Yani… Kopan’ın karakterleri poz kesmedikleri sürece oldukça başarılı ama öyküler karakterin dünyasından ibaret zaten, belli bir durumu bütün yönleriyle ele almanın dışına adım atmak da yok, bir açıdan tek boyutun sundukları bu kadar. Yeterliyse iyi ama beni tatmin etmiyor açıkçası, zamanında D&R kampanyasından aldığım kitapları bitirip elden çıkarmak istediğim için okuduğumu söyleyeceğim. Denk gelen baksın, ne diyeyim.
Cevap yaz