1001 post-it, kontrol kalemi, öykülerindeki sesi duyuruyor Yalçın, 1001 parçada aynı. Leylâ Erbil, Ece Ayhan, diğerleri anılardan çıkıyorlar, az. Yazıçiziyle ilgili birkaç parçayı işaretledim, onlar: Ne yazdığını sorduklarında öykü, hikâye anlatımı değil. Ne tür şeyler yazdığını sorduklarında eh, kulağa dokunur bir cevabı yok Yalçın’ın, ne diyecek? “Sözcükleri söze, söve, sava, söye indiriyorum, birbirine denkliyorum,” dese? “Anlatı” deyip çıkıyor işin içinden, çıkmasa soranı da çekecek metinlerine, yorgunluk. Mesela bir canlı yayında konuk Yalçın, “kahkahalarıyla ünlü kadın sunucu”yla aynı araçtalar, sunucu öykülere baktığını, okuyamadığını, öykülerin de pek bir şeye benzemediğini söylüyor. Kayayı iğneyle oymanın zahmeti var o metinlerde, çoğu parçada sözcüklerle kuşatılmaya çalışılan bir zahmet, fetih imkansız. Kendine de soruyor Yalçın, niye yazıyor? “İçimde yazmaya can atan biri var ki haber saldıkça kaleme davranıyorum. Öyküyle savaşan biri. Kim o?” (s. 17) Bulmaya yazmak, tamı tamına. Okumaktan zaman kalırsa. Okumaksızın yazmaya, atölyelere bir yığın laf, tartışılır, kısmen doğrudur. Onca iyi metni okumak varken yazmak niye diye düşünülür, cevabını aradım, yol ışıdı. Okuduğum metin yazmayı düşündüğümden daha iyi değilse, sayfaların arasında eşeleniyorsam, ölüme yaklaştığımı duyumsuyorsam, metin akışı yavaşlatmıyorsa kendimi ekranın başında buluyorum, bahanem. Yalçın defterlere yazıyormuş, iki büyük defterden bir büyük metin çıkmış bir zaman, parmaklarının gölgesini basılı görünce ne hisseder bilmem. Belki bilgisayara geçmiştir, belki de yerdiği ödüllerden birini alırken Bernhard’ın sözlerini anmıştır ki okuduğunu söyler, Ödüllerim‘de Bernhard işin parasında olduğunu açık açık belirtir, bu sebebin altındaki domuzluğa da değinir. Şöyle düşünüyorum gerçi, Yalçın ödüllerle arasına çizdiği aşılmaz çizgiyi metinlerinde eğip bükmüştür, anlatılara dönüştürmüştür, ödül bir kere görmezden gelindikten, anlamsızlaştıktan sonra alınabilir. Tatmin eder etmez açıklama. “Pera Mera bende bir ödüle başvurma hevesi uyandıran ilk kitap oldu. Bu güzel hevese uydum, Yunus Nadi Ödülü’ne katıldım.” Bilemiyorum, ödüllerin eşe dosta dağıtıldığını da söylüyor Yalçın, su götürür. Yazmaya döneyim, masaya zorla oturuyor, oturduğu gibi kalkıp oyalanmaya başlıyor ki sayfanın başından dibine düşmesin hemen, acıyı yoğusun. Bunu erteleyememeye ilham diyorum ben, bundan mülhem ilk sözcükler çıkar, işler durur, zaman da durur. Yazdığınca durmak. Ağırdan almanın sebebini de burada aramalı. Şöyledir, gecenin bir vakti oturduk işte, yazıyoruz, öyküdür, başka şeydir. Zamanın geçtiğini bir ses duyurdu, ezan. Dokunuş, sabah rüzgârı. Bir de ekrandakiler işte, göze değen bir yavaşlık, her saniyeye bir harf, saate huruf, yani yazılan ömürdendir. Koşturmaya yeğ. Ne bileyim, bundan başka çok şey için geldik ama bu zenginliğin yanında neye, eşdeğeri var mı, düşünüyorum bazen. Sadece okumak yeter, toprakla uğraşmak da yeter veya bir çiçeği koklamak. Çiçek öyle bir koklanmıştır ki sayısız dizeyi boşa çıkarmıştır mesela, olur.
Birkaç sözcük kıvılcımlar çaktırınca eli kaleme gidermiş Yalçın’ın, o satırların altını çizmezmiş sonra, olgunluk veya yücelik. Acaba yazıya döner mi o kalem, altı çizmesin de üstü anlasın. “Anlık” geçiyor sık sık, ne ansa oraya yığılıyor, bir şeylere dönüşüyor. Kalem bir başına nelerdir?
Okurluğun uzantısı olarak yazarlık. Allah vergisi değil, yaşayıp okuyarak edinilen kazanımlar. Osman Konuk’un bir röportajını dinledim dün, aynı şey. Bu insanlar okumaktan artırdıkları zamanlarında yazıyorlar, okuduklarını incitmeyecekse. 3000 kitap okuduktan sonra yazmayı öğütlüyor Yalçın, öyle hatırlıyorum, bulamam şimdi, bence her 1000 metne 1 tane daha eklenmeli, okurun yazdığı. Yalçın temel metinlere değindiği kadar kıyıdakileri de anıyor, Walser örneğin. Gılgamış yine var ama ben biraz daha genişleteceğim bu aralığı, daha doğrusu bel verdireceğim, yazmaya esneyeni orta yerinden kırmadan. Gılgamış, Ezra, Antik Yunan, sonra büyük bir sıçrayışla Danielewski, arada klasikler. Felsefeye, ilâha da edebi bir gözle bakmayı diyeceğim, hikâye anlatımının farklı biçimleri. Rafik Schami’nin dediği: Doğulular için gerçeklik çok önemlidir, hiçbir hikâye “bir zamanlar” diye başlamaz, muhkem belirsizlik. Sonra insan merkeze alındıkça saat kuleleri, yapılar, uzam, yavaş yavaş belirenlerin izini sürmek. Edebiyat bu işe de yarar, yaşamı çeke uzata olduğundan daha geniş hissettirmesinin yanında neyi çekip uzattığını da anlatır, anlatmazsa gösterir, göstermezse sezdirir, sezdirmezse gizler.
“Yazmak bildiğini yazmak, okumak bildiğini okumak değildir.” (s. 29) Tartılır. Kafka böcek olmadan bir şey yazmıştır, Amerika’ya gitmeden Amerika’yı da yazmıştır ama bilir böcek olmayı, Amerika’yı da bilir, Çin şiirini okumuştur da bilir, Çin’i bilmez mi o zaman? Bu bilmenin incelikten süzgün insanlar için karşılığını merak ediyorum. Will Hunting’e çekilen ayarda katedrallerde gezinmenin duygusundan bahsediliyordu, gidememenin ezikliğinden başka bir şey duydu mu Hunting? Gitmişle gitmemişin arasındaki farkı merak ediyorum, deneyi yapılmış mıdır? Değişkenler çok ama düşünelim, iki yazardan biri gitsin, diğeri gitmesin, yazsınlar. Kıyası ilginç olurdu. Şöyledir belki, daha yaşayan daha yazar. Ölçüsü metindir. Kemal Tahir vurdulu kırdılı romanlarını yazarken sandalyesinin arkasına astığı New York’un haritasına bakıp bakıp durmuyor muydu?
“İyi yazara noktayla virgül yeter.” (s. 35) Vonnegut noktalı virgülden uzak durmayı öneriyordu, akademik işler peşinde değilsek birçok noktalama işaretine lüzum yoktur ama metin, yaratı isterse? Biçim dayatır, konuya gerekir, el ünleme gider, her şey olur. Başa dönüyoruz ama, iyi yazara noktayla virgül yeter, nokta da yeter, işaret olmadan da yazar yazar. Tercih. Örneğin bir kitabı okumak, diğerini okumamak da tercih. Bilge Karasu demiş, bir kitabı okumak diğerini okumamak. Bir de elinden çıkarırmış Yalçın okuduklarını, tutmazmış. Kıyamadığım iki küçük raflık kitap var, geri kalanları satan bir okur olarak kıskandım. Satmak ve tutmak için okuyorum, Yekta Kopan’ın nesi varsa sattım diyelim, İrfan Yalçın’ları satarsam hiçbir anlamı yok. O yüzden Yekta Kopan’ınkileri satıp İrfan Yalçın’ınkileri tutuyorum, kıstas. İrfan Yalçın’ın okura yazmadığını seziyorum içten içe, okura hitap eden metinleri daha çok yazarların ilgisini çekiyor sanırım. Yazarlar için yazmak, İlhan Berk’in şairler için şiirler dizmesi gibi.
Son okuru ölen bir kitap ancak o zaman ölür, adı anılmayan bir insanın gerçekten ölmesiyle bir. Michaux iki bin okurunun yettiğini, daha fazlasını istemediğini söylemiş, kitaplarına fotoğrafını koydurmazmış. Bu kez de Kaptan’ı hatırladım, binlerce kişiye çalmaktansa iki yüz kişinin yeterli olduğunu söylemişti bir röportajında. Cenk Taner başka türlü düşünseydi o şarkıları yazamazdı, adım gibi biliyorum. Michaux kitlelere açılmayı düşünseydi nasıl yazardı?
Yazarların sınıf atlamak için gereksindikleri: “Bazen bir ödül, bazen bir dergi, bazen bir yayınevi, bazen bir antoloji, bazen bir gazete köşesi, bazen bir toplu fotoğraf, bazen bir soruşturma, bazen başka bir dile çevrilmek, bazen adına ödül konması, bazen bir dernek üyeliği, bazen bir gezi ya da toplantı daveti, bazen bir yazarla birlikte olmak, bazen bir yazarın beğenisi, bazen çömezler…” (s. 66) Böbürlenen yazarın metninedir istikamet, hani olmuştur da hakkı verilmiştir belki. Altı dolu kibir baş üstüne, bir şeyler kapabileceksek.
Bu kitabı satmam, yeri hazır. Yalçın düşündürüyor, gecenin bu vakti yazdırıyor da, başka bir şey beklemem iyi bir yazardan. Kâfi.
Cevap yaz