Birinci bölümde şiir düzyazılar. Öyküneyim: “Evin boşluğunu / Ablamla annem dolduramıyordu / Ablama göre annem çıldırmış / Boşluk çılgınlıktan dökük / Görmeye vardım, ablamın bıkkınlığıdır / Belki, yaşlı bir kadınla yıllar boyu / Yaşamaktan, eskilerden, fi tarihten / Konuştuk, annemin elini öpmeye / Bir suya eğilir gibi / “Anneni de getir bir dahakine oğlum.” / Gözlerimden akandır / Göğsümün su tutmadığı.” Bu kadar imgeli değil gerçi Tosuner’in ilk bölümdeki metinleri, Larkin’in ve Williams’ın şiirlerini andırıyor ama düzlük de belli, adını mutlaka koymalık bir tür değil. “Gözlem”e bakıyorum, sırt öyle orta bir yerde duruyor çünkü Kambur‘daki mesele, kapkara gözlükler insan içine çıkınca gizlenmek için kullanılıyor, gözlükten birilerinin birilerini sevdiği duvar, dalgakıran yansıyor, dalgalar uzakta, bir manzaranın edilmeyen tasviri okurun elinden öper. “Birkaç ‘Çok Kısa’ Öykü”de çok kısa parıltılar var, andan çekilip sayfalara yerleştirilmiş. Sırayla: Çaresiz ve derinden yaralı anlatıcı bıçağın bırakıldığı yerde tuzu görüyor, yürekten sevmenin ve kopmanın aynılığını gösteriyor, ölenin ölmekten korkmayacağını söylüyor, “Istıraplar Ansiklopedisi”ne bayıldığı da var. “Ceket Cebi” küçük kâğıtlara yazılmış büyük öğütlerin atıldığı ceptir, bu cepteki kâğıtlar iyice karıştırılır, biri ürkerek çekilir, mevzu neyin çıkacağıdır. I Ching‘in bilgeliği bir cebe sığmış, üç öğüt hiçbir işe yaramasa da merak unsurunu ortadan kaldırır en azından. Özlem, yakamoz avı, anlatıcının Bostancı’da oturması dikkat çekiyor bu parçalarda, özellikle Bostancı. Anlatıcı Bostancı’nın neresinde oturuyor acaba, Küçükyalı’dan beş dakika yürüyüp balkonuna vecizeler atabilir miydim? İlk bölüme üç ek iliştirilmiş, ilki saygın öğretmen Zafer Sükan’a. Zafer Hanım Şişli Camii avlusunda son dersini veriyor, “Yaşamayı ve birbirinizi sevin,” diyor, iyilikle anılmaktan bahsediyor, bir de arkada dostlukları ve sevgileri bırakmaktan. Bu da bir nevi ölüm, Cendrars da her şeyi geride bırakıp yolculuğa çıkmaktan bahseder ama yeni bir yaşama başlamakla nereye gittiğini bilmediği bir gemiye atlamak birdir onun için. Sükan da bir nevi gemiye atlar, buradan Yahya Kemal’e bağlamadan devam, sonraki ek Vedat Günyol içindir. “Nesi varsa hepsini çevresiyle paylaşan bir adam” Günyol, dikili ağacı öğrencileri ve okurları. Denemelerinde de bahseder, kazandığı bütün parayı tekrar edebiyata yatıran Günyol köy enstitüsü öğretmenliği yaparken edindiği deneyimleri Türkiye’nin düze nasıl çıkacağını anlatmak için kullanır, pırıl pırıl gençlerin gözlerindeki eğitim aşkını biraz sevinç, çokça da acıyla anar. Tek başına bir meşaledir Günyol, politik yazılarında lafını esirgemez, döneminin iktidarına eleştirilerini bir bir sıralar. Son ek depremle ilgili, 1999’da yazılmış.
İkinci bölümden itibaren Tosuner’in daha bilindik üslubuna kavuşuyoruz, biçim de öykülerininkine bürünüyor. “Alanya’da Bir Kıyıda” büyüyle gerçekliğin iç içe geçtiği şahane bir anlatı. Aradığı umudu hiç bulamayacağını bilen adam kıyıya gelerek yaşının ağırlığını hisseder, yazdan kala kala bir üzünç kalmıştır ki Turgut Uyar da bir üzüncün içeri alındığını söylediği şiiri bu kıyılarda yazmışsa şaşırmam. Adam kendi kendinin büyücüsüdür, yalnızlık çeker ve hatırlar. Kara saçlı sevdiğiyle geçen rüya gibi günler ne yazık ki erkenden biter, kadın bir adamla uzaklara gider, kurumuş kan rengi bir tekneyle. Sonra bir gün aynı tekne geri döner, kadın birlikte gittiği adamı çekeleyerek kumlara yatırır. Öylesi bir buluşmayı hiç düşlememiştir büyücü, tahayyülü daha şenlikli, sevdalı bir dönüşe kadardır, dolayısıyla adamı görünce şaşırır. Bir yandan da paralel bir anlatı satır aralarında ortaya çıkar, büyücünün nasıl büyücü olduğu, yaşamı, aldığı nefes, çoğu şey. Ne yapar büyücü, kadının yalvarmasına karşı koyamaz ve adamı iyileştirir. İyileşmez diye çok korkar ama kadının yaşlı gözlerine bir daha bakamamaktan korkar. Korkar mı, bunu uydurduysam da neden olmasın, bir istencin sıcaklığını yitirmemek için elinden geleni yapacaktır. Neyse ki adam iyileşir, tekneyi denize iter, kadınla birlikte yola çıkarlar. Kadın arkasına dönüp bakmaz, öylece gider. Ama nedir, nedendir mesela futbolu anmak, kendi kalesine gol atmak diye bir şeyin olmadığını söylemek? Öykünün büyüsü büyücününkiyle birken futbol çapağı göze battı bir anda. Sonu güzel yine de, tekrarlanan kısmı anayım da Uyar’ın şiirini tekrar okuyayım: “Şu geçmiş yazı arkada bırakmış, gitmiş yazdan kala kala üzünç kalmış, -ve onu da yüklenip yanında getirmiş bir adam.” (s. 30) “Gölgeler” geçen zamanla, karın yağmamasıyla ve çocukların büyümesinin geçen zamanı peşte getirmesiyle ilgilidir. İki zaman çizgisi vardır, birinde bir anı anılanır, anlatım öykünün zamanına çekilir. Çıkmaz sokağın tam sonunda çocuklar rahatlıkla oynarlar, bu iyi bir hatırlayıştır örneğin. Bu biraz büyülüdür, bahsetmek isterim. Küçükyalı’nın sahil kesiminde “yalılar mahallesi” diye şu an uydurduğum bir mahalle vardır, o mahallede bir çıkmaz sokak vardır. Vardı, Küçükyalı’nın değişimini kaydediyorum, sokaklarda dolanıp pencereleri kapıları sökülmüş ne kadar bina varsa hepsini fotoğraflıyorum. O mahallede iki katlı evlerin çoğu dursa da önemli bir kısmı yıkıldı veya yıkılacak, her katın orada olduğunun kanıtı dijital ortamda. Çocukluğun yitimi. 63 Sineması’nın yandığı günü hatırlayan pek kimse kalmadı, yangını gören binalardan sadece biri ayakta şimdi, sinemanın yerine inşa edilen binayı da yeni yıktılar. Küçükyalı’nın sokaklarında dolaşıyorum her gün, kendimi bilmem yirmi beş yıl tutar ve bu tutuşu sağlayan yapılar, bir mekâna dair her kalıt, bir uzamın derinliği yavaş yavaş silinirken her şeyi zihnime kazıyorum. Çıkmaz sokak diyorum bir de, yalı mahallesinde bir çıkmaz sokağa rastlamıştım, Tosuner’in anlattığı çocukların dut ağaçlarını silkeleyen, top oynayan çocuklar olduklarına yemin edebilirim. “‘Sonra asfalta üç güvercin indi. Çocuk onları görünce, unuttu topu, başladı üstlerine üstlerine koşmaya. Ellerini uzatmış, parmaklarının hepsini açmış, koşuyor.’” (s. 32) Yani aşk olsun, gece vakti gözümün yaşarması içinmiş bu yazı. Çok incelikli bir öykü, Tosuner’in metinlerini okumayı tam da bu öyküdeki inceliklere sıklıkla rastladığım için seviyorum.
Üçüncü bölüm “Gelecek”in, yazımı beş yıl sürmüş bir uzun öykü. Diyaloglardan ibaret, bir ablayla kardeşin, kardeşle dayısının, yengesinin ve evleneceği adamın diyalogları. Arada birkaç tasvir, öykünün bölümlerinin başlarında mekânı kuran birkaç cümle, gerisi konuşma. Bilge ablası Sevgi’yle çay içiyor, muhabbet ediyor, garda treni bekliyorlar. İstanbul’a gidecek Bilge, oradan Almanya’ya, Ayhan Bey bekliyor. Bilge’nin dayısının arkadaşı Ayhan Bey, orta yaşlı bir adam, Bilge’den büyük, çocuğu var, evlenecekler. Herhalde. Bilge kabul edecek gibi duruyor, ablası belki vaz geçirme isteğiyle, belki tekrar düşünmesini sağlamak için kardeşinin aklını yokluyor bir. Emin mi? Arada anneanneye, anneye, aileden birilerine dair anı kırıntıları, geçmişin ilginçlikleri, iki kardeşin samimi ilişkisi. Adım adım inşa ediliyor öykü, diyaloglarda her söz geçmişi, karakterleri, geleceğe duyulan umudu inşa ediyor. Bilge pek genç değil, evlilik için son şansı olabilir, çoğu şeyden de geçtiği için şansını bir de böyle denemek istiyor. Riskli, yine de gözünü kapayıp yürüyecek Bilge, belli. Almanya’ya gidince son kararını verecek, gidiyor, tam karar aşamasında bitiyor öykü. Bilge ne demiştir acaba, öyküde olumsuz hiçbir şey olmadığına göre Almanya’da kalmıştır herhalde. Ayhan Bey’le sohbetleri de coşkuluydu, çekingenliğin ardında kabullenmenin izleri var mıydı?
Tosuner’in metinlerini sevenler aradıklarını bulurlar, okunsun.
Cevap yaz