Jodorowsky’yle yolu kesişince ayakları yerden kesilmeyen var mı? Öncesinde olmuş ne olduysa gerçi, Arrabal zehri Lewis Carroll’dan aldıktan sonra Fransa’ya göçerek Alejandro Jodorowsky ve Roland Topor’la birlikte “Panic Movement” nam tiyatro akımını başlatmış, absürt tiyatronun 1960’lardaki halkasını oluşturan sanatçılardan biri olmuş. Topor’un Kiracı‘sını, Jodorowsky’nin Bir Kuşun En İyi Öttüğü Yer ve Psikobüyü‘sünü öneriyorum, araya sıkışsın. Tiyatro oyunları 1960’ların ortalarından itibaren oynanmaya başlar, ünü yayılır böylece. Çevirmen Abidin Emre’nin uzunca bir yazısı var başta, tavsiyem asıl metni okuduktan sonra bu yazıyı okumak ama neler olup bittiğini anlayamayan okur başa dönüp can simidine sarılabilir, içeride ilginç şeyler dönüyor çünkü. Arrabal’ın çok bölümlü, fragmantal ve oyunlu anlatısı pek yormasa da daha önce böyle bir şeyle karşılaşmamış okur için takip etmek zor, sayısız tekrar ve ansızın değişen sahneler kafa karıştıracaktır. Karıştırmalıdır, Emre’nin pek hoş alıntısında Michaux’nun dediği gibi “bir iz bırakan bir yara bırakır”, her yara anlatıyı parçalar, Arrabal’ın otobiyografik metninin çözümlenmesi biraz uğraş ister bu yüzden. Çocukluğundan itibaren travmalarla boğuşan Arrabal’ın yaşamı Jodorowsky’ninki gibi baba teröründen mustarip olmasa da farklı yaralar açılmıştır, annenin baskıcı yapısı Arrabal’ın çocukluğunu, erkekliğini, oğulluğunu büyük ölçüde sakatlamıştır. Emre’nin anlattıklarını takip edeyim, İspanya’da monarşi devrilip yerine cumhuriyet geçtikten sonra Franco önderliğinde ayaklanan tayfa hükümete başkaldırır, 1936’da Melilla’da iç savaş patlak verince Arrabal’ın teğmen babası tutuklanır, hapsedilir. Dört yaşındadır Arrabal, babasının ellerinden başka hatırlayacağı bir şey kalmaz geriye. Anlatıda bu eller çocuk Arrabal’ı kuma gömen eller olarak defalarca belirir, sahilde geçirilen mutlu günlerden bir anı. Babasını bir daha göremez Arrabal, tutucu annesinin ve anne tarafından akrabalarının insafına kalır. “Düzen, yurt ve din” üçgeninde yaşayan aile Arrabal’ın babasının sözünü etmez hiç, baba hiç var olmamış gibidir. Fernando Arrabal Ruiz’in idam cezası 30 yıllık hapis cezasına çevrildikten sonra adam delirir, yazdığı mektuplara cevap gelmemesi ve daha da önemlisi eşinin kendisini ihbar ettiğini öğrenmesi delirmesindeki en önemli sebeplerdir muhtemelen. 1942’de götürüldüğü ruh hastalıkları hastanesinden pijamalarıyla kaçar, dışarıda kar kıyamet varken uzun süre yaşayamayacağı bellidir. Bir daha haber alınamaz kendisinden, belleklerden iyice silinir. “Karısı ve çocukları, yasını tutmakla birlikte aile fotoğraflarından resmi kesilip çıkarılmış, adı unutturulmaya çalışılmıştır.” (s. 8) 1940’larda sinemayı keşfeder Arrabal, Marx tayfasının, Laurel’la Hardy’nin filmlerini izler, Fransa’ya ikinci kez gidişinde çalışmalarını orada sürdürmeye karar verir. Gerisi novella içinde bir yerlere dağılmış durumda. Arrabal’ın metnin kurgusuna dahil olmasa da mevzuları açıklayan bir yazısı daha var, 1967’de İspanyol polisi tarafından tutuklanmadan önce yazmış Arrabal, babasının başına gelenleri özetliyor. Babasının intihar teşebbüsü, bileklerden akan kanı kendi sırtında hissetmesi, babasını reddetmediği için “borcu” ödetmek isteyenlerin sansür uygulamaları, faşizmin solduramadığı umut var bu bölümde, hemen ardından kurmaca kısma geçiyoruz.
Bir adam işte, sahilde kumları bacaklara yığıyor, anlatıcı bacakların kendi bacakları olduğunu hatırlıyor ama ellerin ötesindeki kolları, yüzü, bedeni hatırlayamıyor. Babası kaçtıktan sonra geriye bir tek pipo kalmış, babasının piposunu vermişler, Dr. Plumb durmadan tüterek babanın imgesini yaşatıyor. Arrabal’ın tütünle ilişkisi sırf bu tür bir bağlanma şeklinden türedi muhtemelen, pipoyla sık sık karşılaşacağız. Geçmişe dair görüntüler parça parça belirdiği için ansızın değişen manzaraya ayak uydurabilirsek bir şeyler göreceğiz, çocuğa çükünü sola yatırması gerektiği ve teyzesinin dindarlıkla cinsellik arasında ezilip anlatıcıyı da ezmesi en çarpıcı iki manzarayı oluşturuyor belki de. Cinsiyet çok küçük yaşlarda inşa edilir, aile Melilla’dan Madrid’e taşındıktan sonra teyze, dede, nine belirir, çocuğu biçimlendirmeye çalışırlar. Erkekler sola yatık çüklü olurlar, çocuk sola yatırmıyorsa yatırmalı. Zaman içinde çük kendiliğinden sola yatacaktır ama anlatıcının bu konuyla ilgili yarası kapanmayacaktır, kız olmadığının defalarca söylenmesi de çıkmaz aklından. Franco yanlısı aile koyu Katolik’tir, hemen her gün tespih çekerek Tanrı’yı ararlar. Teyze aralarında en fanatiğidir belki, ağlayıp sızlayarak günah çıkarır, kendini yaralayarak Tanrı’ya yaklaştığını düşünür. Hemen her gün günah çıkarması gereklidir, anlatıcıyla kurduğu sadomazoşistik ilişki cennete kesilen biletini yırtıp atmaya pek yakındır çünkü. Kemer, kırbaç, kan ve meni içinde geçen günlerden annenin haberi yoktur, anlatıcı çoğu bölümde annesine hitap ederek kadının çalışmak üzere şehre gittiği zamanlarda neler yaşandığını anlatmaya girişir. Gecikmiş bir çabadır bu, her şey olup bittikten sonra annesinin dinlese de anlayacağını sanmaz ama durmadan konuşur anlatıcı, annesiyle birlikte yaşadığı güzel anlardan çok acı dolu anları hatırlar, hatırlatır. Pilot olmak için girdiği askeri okuldaki başarısızlığının annesini nasıl mutsuz ettiğini hatırlar, ne kadar çabalarsa çabalasın başarılı olamadığı için sayısız hakarete maruz kalmasının acısı dilindedir, durmadan konuşur. Anne de konuşur, eşinin mektuplarını neden sakladığını ve eşinden neden uzaklaştığını anlatır uzun uzun. Adamı sevmesine rağmen Yahudilik ve Kızıllık nefretini uyandırır, bu yüzden eşini oğluna kötüler. Eşi davayı satsa mutlaka rahata ererdi ama satmadı, inandığı değerleri son raddeye kadar savunduğu için evlatlarını ve eşini yalnız bıraktı, sırf bu yüzden bile nefretle anılabilir. “Yanılmadığımı hiçbir zaman söyleyemem, yanıldıysam bilmeyerek olduğunu bilmeni isterim, farkına varınca hemen düzeltiyordum.” (s. 42) Üstelik çocukların her şeyiyle anne ilgilenmiştir, onları anne besleyip doyurmuştur, yaşamlarını anne yönlendirmiştir, dolayısıyla babanın bahsi yerine annenin ne kadar fedakar bir insan olduğundan bahsetmek gerekir. Annesinin görece zorbalığıyla büyür anlatıcı, teyzesinin kölesi olduğundan bahsetmeyi düşünmez bile, anne hep şehirde, evden uzaktadır. Dünya o kadar boğucudur ki absürtlüğe sığınır anlatıcı, dedesinin cenaze töreni sırasında cansız bedenden çıkan gazların sesine gülmeden edemez, teyzenin ihtiyaçlarını giderirken çektiği acıyı sonraları saçmalıkla yoğurarak tesiri azaltır, metnin sadece monologdan veya diyalogdan oluşan bölümlerinde bütün aile üyelerinin sürekli bir şeyler söylediklerini, söylenenlerin sadece emirlerden ibaret olduğunu sezdirir. Deneysel bir durum yok bu arada, yepyeni biçimler aramıyor Arrabal, aynı çerçevedeki çok hareketli bölümleri aktarıyor bir. Bazı olaylar hemen her bölümde karşımıza çıkıyor, annenin saçını süpürge etmesi, askeri okuldaki başarısızlık, akrabaların yarı deli halleri mesela. Tek bir sıkıntıya sıkışmış yaşamın bir bölümü bu anlatı, Arrabal metni yirmili yaşlarının ortasında yazdığı için geçmişinden pek de uzaklaşmamış, bütün görüntüler son derece canlı. Dedenin boğa güreşlerine düşkün olmasından ötürü tehlikeden uzak bir yerde izledikleri gösteriler örneğin, insanlar arenada oradan oraya savrulup çiğnenirlerken dedenin heyecanı, gözlerinin parıltısı sayfaların üzerinde belirir, matadorun kanlar içindeki ellerinde sakladığı silahlar boğaya saplanana kadar nefesler tutulur, anlatıcı dedesinin yüzündeki tatmini görünce yeni bir sıkıntı doğar. Adamın ölüsünden gelen osuruk bu yüzden komiktir belki, defalarca yaralanan boğaların çıkardığı sesler adamı eğlendiriyorsa anlatıcı da osurukla eğlenir, neden olmasın? Annesini hem affeder hem affetmez, bu da mümkün. Babasını özler ama, hikâyeyi bütün detaylarıyla öğrenebileceği kimse yoksa da annesinin anlattıklarını can kulağıyla dinler, babasına sempati duymaya başlar, aktif olarak siyasi hareketin içinde yer almasa da en sonunda o da İspanyol polisi tarafından tutuklanma şerefine erişir. Babasının varlığını dünyaya hatırlatır bir anlamda, kaybolmaya yüz tutan anılarını yaşamın en yakın benzerine çevirir.
Yas metnidir bu, renkli bir yaşamın, geçmişin yası tutulmaktadır. İyidir, okunmasını tavsiye ederim.
Cevap yaz