Trenin Tam Saatiydi‘yle paralel okunmalı, cephenin iki tarafındaki iki tren yolculuğu arasındaki benzerlikler üzerinde düşünmeli. Böll’ün karakteri cepheye gitmek için trene binmiş, kalkış zamanını beklerken yaşamını gözünün önünden geçiriyor, cephede ne yapacağını düşünüyor, aslında kimseyi öldürmek istememesine rağmen savaşmak zorunda. Bir adım daha ileri gidelim, Semprún’un metnindeki anlatıcı Gérard’ın toplama kampında esir tutulduğu bölümlerde konuştuğu askere odaklanalım. Böll’ün genç askeridir belki, benzer kaygıları taşıyorlar çünkü. Gérard tren yolculuğu sırasında anlattığı onca hikâyede Alman askerlerinin hepsinin ölmesi gerektiğinden bahseder, hiçbiri sağ kalmamalıdır, Hitler’in yarattığı terörü engellemenin başka yolu yoktur. Nice insanın ölümüne şahit olmuştur Gérard, bu yüzden kampta kendisine bir nebze insanca yaklaşan askerle kurduğu diyaloglarda öfkesini dışa vurur, askeri şaşırtır. Kimseye kötülük yaptığı yoktur askerin, sadece görevini yapmaktadır. Şaşırır bu yüzden, karşısındaki adamın öfkesini anlayamaz. Bu sebeple ölmelidir, herkes görevini yaptığı için kimileri yaşamını sürdürürken kimileri vagonlarda balık istifi yolculuk ederken, toplama kamplarına kapatılmışken veya cephede öldürülmüştür. Asker neden orada olduğu sorusuna karşılık başka nerede olabileceğini bilmediğini söyler. Özgürlük değildir onunki, Gérard’a göre özgürlük tam olarak nerede olduğunu, olması gerektiğini bilen insanın sahip olduğu bir erdemdir, bu yer ölümün komşusu olsa da insan özgürlüğü pahasına ölümü göze alabilirse insandır. Trende cepheye gitmeyi bekleyen, tellerin önünde tutsaklarla konuşan asker neden öldürülmesi gerektiğini bilmez gibidir, bu yüzden şaşırır hatta alınır, hiçbir şeyin aslında o kadar kötü olmadığını düşünür, sıradan kötülüğe giden yolu inşa eder. Düşünelim, Gérard ve Semurlu delikanlı sıkış tepiş vagonda dışarıyı görmeye çalışırlarken trenin durduğu zamanlarda oradan oraya koşturan askerleri görürler, itip kakmaları görevleri gereğidir. İstasyonlardan birinde küçük bir çocuk vagonlara taş atar, kendisine öğretildiği gibi davranmaktadır. İnsanların fırınlarda katledilmesi onlar için doğal yaşamın akışıdır, çoğu neler olup bittiğini bilmediklerini söyleyecektir ama bal gibi bilirler, sadece görmezden gelirler. Gérard bütün bunları düşünür, Semurlu’ya geçmişinden bahsetmediği zamanlarda bütün bu insanlarla ne yapacaklarını düşünür. Savaşın sonunu getirmek için gereken direnç bu insanlardan gelmeyecektir, Schnurre’ün “Karşı Çıkmak Gerekiyordu” adlı öyküsünde tek başına direnen bir adamın “pasifist”, “vatan haini” gibi suçlamalarla tekme tokat dövüldüğünü görürüz. Schnurre de savaşta yer almış, sonradan 47’ler’e katılarak savaş karşıtı metinler yazmıştır ama o da bir SS’ti işte, Semprún’a kurşun sıkmış olabilir hatta. Örnekler çoğaltılabilir, Semprún’a dönersek çözüm için reçete vermez, tanık olduğu olayları anlatır bir. Fransa Komünist Partisi üyesiyken direniş hareketine katılır, 1943’te Nazilerce tutuklanır ve toplama kampına gönderilir. Sağ kurtulur, Franco rejimi kıyımı sürdürürken saklandığı evde bu metni yazmaya başlar Semprún, otuzlarının sonuna doğru içindeki acıyı daha fazla tutamaz belli ki. Anımsamaya dair fikirlerini metnin hemen her yerine dağıtmıştır, her bir anı belli bir itkiyle ortaya çıkarken sayısız insanın yüzü gelip geçer anlatıdan. Direniş grubunun felsefi, siyasi altyapısını hazırlayan Hans, direnişte birlikte savaşan onca arkadaş, daha pek çoğu zaman içinde kaybolmuştur, Gérard bazılarının peşine düşse de izlerini bulamaz ne yazık ki.
Tren yolculuğu anlatının ana çizgisini oluşturuyor, yolculuk sırasında yaşananlar ve Gérard’ın anıları iki farklı çizgiyi ortaya çıkarıyor. Semprún hafızanın nasıl işlediğini çok çok iyi biliyor, ani geçişlerle yolculuktan cepheye, toplama kampından tekrar yolculuğa dönebiliyoruz, zamanın etkisiyle geçmişin sayısız parçası birbirine eklenebiliyor. Kronolojik bir anlatı beklememek gerek, mevzu anılardan anlatı devşirmekse en kusursuz biçem bu. Kafka ve Jameson’ın benzer söylemleri var, içeriğin biçimi belirlediği metinlere iyi bir örnek bu. Neyse, trende biraz olsun nefes almak isteyenler vagonlardaki açıklıkların önünde durmaya çalışırlar, soğuğa katlanmaları da gerekiyor tabii. Gérard ve Semurlu omuz omuza duruyorlar, üç gündür süren yolculukta dost olmuşlar, muhtemelen yakalanmadan önce biriktirdikleri hikâyelerini anlattıktan sonra. Zorluklara birlikte katlanıyorlar, mesela yaşlı bir adam nefes alamadığı için ölmek üzereyken kalabalığı yararak adamı açıklığa getiriyorlar ama adam, “Şu işe bak!” diyerek ölüyor o an, ölüsünü dışkı kovasının yanına bırakmaya çalışırlarken kova devriliyor, o karanlıkta kimin üstünün başının battığını da anlamıyorlar üstelik. Tutsaklardan biri çok sinirlenip Semurlu’ya saydırsa da önceden aralarında geçen bir mevzuda Semurlu adamın yüzüne bir tane patlattığı için uzamıyor tartışma. Adam çiftçi, direnişçilere karşı olsa da ses çıkarmamış muhtemelen, SS gelip herkesi götürürken adamı da alıvermişler, o yüzden kızgın adam. Savaşın pek çok yönüne değiniliyor anlatıda, bu da onlardan biri. Alman işgaline karşı çıkmayanların düşündükleri, eylemleri başlıca meselelerden biri. Zamanda sıçramalara bakalım, vagondakilerden biri Gérard’ın direniş tayfasından yakın bir arkadaşını tanıdığını, son âna kadar canını dişine takarak savaştığını söylüyor, sonra birkaç katman birden açılıyor önümüzde. Gérard’ın tayfayla bir araya gelmesi, ardından yakalanana kadar omuz omuza çarpışmaları, yakalandıktan sonra vagondaki adamdan dinledikleri ve kamptan çıktığı zaman Gérard’ın direniş bölgesindeki arayışı, geride kalan metal aksamlara, silah parçalarına denk gelip düşüncelere dalması farklı zamanlara ait, anlatı boyunca birer birer karşımıza çıkıyor ve yapı bütünleniyor böylece. Gérard’ın tutsaklıktan önce ve sonra karşılaştığı kadınla yaşadıkları da böyle bir yapıya sahip, başta kadına yol gösterip eşlik eden Gérard on yıl sonra aynı kadına rastladığında her şeyi hatırlıyor, konuşmaya çalıştığı zaman kadının hiçbir şey hatırlamadığını görüyor. Kamplardan birinden sağ kurtulan kadın ne yaşadıysa yakalanmasından öncesini hatırlamıyor, belki de her şeyi unutmaya çalıştığı için hatırlamazdan geliyor. Gérard da anlatmıyor pek kendi deneyimlerini, askerle diyaloğu dışında içeride yaşananlara dair pek bir şey yok. Yolculuk var daha çok, dağa tepeye bakarak nerede olduklarını anlamaya çalışıyorlar, böylece bilgilerine sıkı sıkı sarılarak benliklerini korumaya çalışıyorlar. Bir süre sonra sadece numaralardan ibaret olacaklar, o zamana kadar ne konuşabilseler kâr.
Almanların kaybetmesinden sonra yaşananlar da ilginç, milliyetçilik yüzünden ödül mekanizmasının dışında kalmanın acı bir örneği varsa da Gérard için pek önemli değil ödüllendirilmek, insanlık onuru için yapıyor ne yapıyorsa. Yakın bir arkadaşıyla gittiği devlet kurumunda direnişçilere verilecek parayı ve sigaraları almak istiyor, Fransız olmadığı için vermiyorlar. On paket sigara veriyorlar bir, o da Gérard’a yeter. Kahramanlık türküleri yakılmıyor onun için, isimsiz kahramanlardan biri, savaş sırasında ortadan kaybolan insanları hatırlayarak kendi kendini ödüllendiriyor.
Yolculuğun sonunda Semurlu bir anda ölüyor, muhtemelen atan bir pıhtı yüzünden Gérard’ın kollarında hayatını kaybediyor. Ölmeden önce arkadaşından kendisini yalnız bırakmamasını istiyor ki hikâyesi anlatıldığı için yalnız kalmayacak o andan sonra da. Kovanın yanına bırakıyor arkadaşını Gérard, düdükler ve itip kakmalar arasında vagondan aşağı atlayıveriyor, kalabalığı takip ederek kampa giriyor. Son bölümde birinci tekilden üçüncü tekile dönüyor anlatıcı, ani geçişin sebebi olarak kampa dair hiçbir şeyin birinci tekil şahısla anlatılmamasını düşünebiliriz. İçerisi insanlık dışı bir ortamdır, dile gelmeyecek acılarla örülüdür, kapıya kadar üçüncü tekil şahıs kullanıldıktan sonra anlatı noktalanır ki esas mevzu, anlatının yapısı bozulmasın. Belki böyledir, yoruma açık.
Semprún’la tanışmak için iyi bir metin sanırım, geçmişi yakalama biçimi muhteşem. Okunmasını tavsiye ederim.
Cevap yaz