Şair romanı, en sevdiğim. İmgeler uçuşur, çağrışımların nereye götüreceği belli değildir, üstelik Sabatier kurgunun iplerini de sıkı tuttuğundan anlamsız uçuşlar görülmez. Serbest dolaylı anlatıcının katkısı bir yana, şair gibi yaşayan karakterler de bu şiirselliğe doğrudan katkı sağlarlar, metin şenlenir. Stavro’yla başlamak lazım, dünyayı imgelerin gözüyle gören adam anlatının temelini oluşturacak. Stavro Yunan bir fotoğrafçıdır, sayısız ülkeyi gezdikten sonra Paris’in ara sokaklarından birine sığınmıştır, özellikle geceleri çıkıp nehir kenarında dolanır, kafelerde takılıp şarap içer, yaşamı iliklerine kadar yaşamaya çalışır. “Hey be! Ben de ne patron adamım!”, “Hey be!” nidaları vecize üfüreceğinin habercisidir, sokakta yaşayan diğer karakterlerle muhabbet ederken söze mutlaka bu nidalardan birini sıkıştırarak konuşulan konu hakkında özdeyişler uydurur. İç monologlarıyla metni adım adım örer, diğer yandan merkezde olmadığı bölümlere teşne olmaz, anlatım sırf Stavro’ya odaklı değildir. “‘Üstümdeki şu çula çaputa, yaşıma ve anılarıma egemen; ve kumanda ettiğim biricik insana, kendi kendime, Nauplion’lu Stavro’ya egemenim ben.’” (s. 8) Her karakterin anıları zaman zaman ortaya çıkar, geçmiş zamanlara döndüğümüzde karakterlerin neden o sokağa sığındığını, kaçtıkları şeylerden kurtulmaya çalışarak küçülttükleri yaşamlarını nasıl sürdürdüklerini anlarız. Kimi zaman diyalogların arasında açılan gediklerden geçmişe düşeriz, bir paragraflıktır bu düşüş, kimi zaman da tek bir sözle acıların kaynaklarını görürüz. Stavro’nun anıları en yoğunlarıdır, Yunanistan’da doğup büyüdüğü günlerde papaz okulunda bir süre takıldıktan sonra Tanrı’dan uzaklaşarak serüvenlere atılır Stavro, Yorgo ve Manoli’yle birlikte balık temizledikleri günlerden sonra dünyayı tanıması gerektiğini düşünerek birkaç parça eşyasını bir torbaya tıkar ve yollara düşer. Dar sokak onun son ikametgâhıdır, başka bir yere gitmeyi düşünmez. Kırklı yaşlarında olsa da birkaç ömür yaşamış gibi görünür Stavro, feleğin çemberinden o sakin sokağa, incir ağacının dibine düşmüştür. Ağaç meyve verse de ölümü yakındır, nihayetinde Yenişehir’de Bir Öğle Vakti‘ndeki gibi devrilmese de ölecek, anlatının noktası olacaktır ama daha var buna. Stavro sokağı boydan boya geçerken arkadaşlarının evlerini ve dükkânlarını görür, Vicente’nin berber dükkânında uyuyan dostunu rahatsız etmeden geçip gider. İspanya İç Savaşı’nda savaşıp hayatını kaybetmeden kaçmayı başarabilmiştir Vicente, Franco’nun zulmünden kurtulup Paris’te yaşamaya başlar. Savaş bittikten sonra ülkesine dönmez, geride bıraktıklarını bulamayacağından korkar. Cremonesi çalgı yapımcısıdır, luthier, İtalyan. Eski eşini hatırladığı zaman canı yanar, iyi bir opera sanatçısı olan kadın yıllar önce eşini bırakıp gitmiştir, Cremonesi zaman zaman konserlere katılıp eşini uzaktan izler, dinler, sonra dükkânına dönüp anılarıyla birlikte yaşamaya devam eder. Stavro’nun Allen’la karşılaşmasıyla birlikte diğer karakterleri daha derinden tanımaya başlarız, Ollie’nin oğlu Allen küçük bir çocuktur, canı sıkıldığı için Stavro’yla birlikte hayvanat bahçesine giderler, dönüşte Ollie oğlunu çekiştirerek eve sokar, Stavro aylaklığına keyifle devam eder. Gambrinus pencereden bakmaktadır, soyu birayı icat eden adamdan geldiği için metinde sık sık “birayı icat eden kişinin soyundan gelen Gambrinus” olarak çıkar karşımıza, kalıplı bir oyun. Gambrinus Alman, Hitler’in yıkımından kaçmak için eşiyle birlikte çokça zorluk çekerek, ihtiyatlı bir şekilde seyahat ederler, nihayetinde İngiltere’ye ulaşırlar ve çok kötü şartlarda yaşamlarını sürdürürler. Gambrinus da bir başına Paris’e gelir sonra, sokağın bir parçası olur. Oldukça kiloludur, Stavro’nun çatı katındaki evine çıkamadığı için genellikle sokakta veya camdan sarkarak konuşurlar. Stavro’nun vicdanı gibidir Gambrinus, ruh ikizi gibi görünürler ama daha az coşkuludur, dengeler. Ollie’ye âşıktır bir de, Stavro’yla birlikte kadını arzularlar ama taşkınlığa girmezler hiç, inceliği sürdürürler. Stavro sonlara doğru başka bir macera yaşar, belki de anlatının en zayıf yanını bu macera oluşturur, geleceğiz. Veronka’dan da bahsetmeli, kendisi bir kontun kızıdır, soyludur, kırsaldaki malikânesinde tatil yaparken hamile bir geyiği vurduğu için vicdan azabı çekerek hemen Paris’teki evine, bizimkilerin sokağına döner ve sayısız ziyaretçisiyle sevişerek geçmişini unutmaya çalışır. Kont oldukça sert bir adam olduğu için kızını erkek gibi yetiştirmeye kalkmış, aralarında oluşabilecek yakınlığı Veronka çocukken yok etmiştir. Kadın babasının günlüklerini okuyarak adamı anlamaya çalışsa da karşısına kaskatı bir duygu yoksunluğundan başka bir şey çıkmaz, adam günlüklerinde bile kızından herhangi bir kadınmış gibi bahsetmektedir. Veronka için teselli, arınma, sağalma yoktur, aşk dışında.
Pezner’in varlığıyla birlikte tanışma faslından çıkıp olay örgüsünün biçimlendiği noktaya geliriz. Pezner diğer karakterler kadar tanıtılmayacaktır, iç dünyasının derinliği de diğerlerininki gibi işlenmez ama anlatının kilit rolünü oynayacaktır. Hapisten çıktıktan sonra sokağın yakınlarında yürürken şiddete uğrayan bir kadını kurtarmaya çalışır, insanları çata çuta indirirken polislerin geldiğini fark etmez, sopa yememek için kaçmaktan başka çaresi kalmamıştır. Hikâyenin sonrasıdır bu, başta evinden aşağı inen, Cremonesi’yle iki laf etmek isteyen Stavro’nun başına geleni görürüz. Dükkâna girer girmez Cremonesi’yi korkudan öldürme noktasındaki adamı görür, adam elindeki silahı Cremonesi’ye doğrultmuştur. Pezner’dir bu adam, Stavro’nun kendine güvenini ve korkusuzluğunu görünce şaşırır ama silahı indirmez. Stavro bir köşeye kıvrılıp uyur gibi yapar, ardından yavaş yavaş Pezner’e yaklaşır, adamın silahını ele geçirip doğrultur. Pezner adım adım yaklaşırken ateş edemeyeceğini bilir, en sonunda silahı kendi kafasına dayar ve Pezner yaklaşmaya devam ederse kendi kafasına sıkacağını söyler. Pezner diz çöküp pes eder, böylece aralarındaki dostluk başlar. Annesiyle babası çok erken ölmüştür Pezner’in, akrabalarının gaddarca davranmasıyla insana duyduğu sevgiyi yitirmiş, hapishaneleri dolaşmaya başlamıştır. En sonunda kendini Stavro’nun dairesinde bulacaktır, polisten ve şahitlerden sakınmak için bir süre çatı katında gizlenir, Stavro’ya kötü davransa da bir süre sonra yumuşar. Dürbünün de etkisi var bunda, Stavro yeni dostunun canı sıkılmasın diye adama dürbün getirir. Veronka’yı izler Pezner, kadına uzaktan uzağa âşık olur, kadının da izlendiğini sezmesi aralarındaki ilişkiyi önceden okura aktarır. Âşk, bitmeyen sevişmeler, facia. Veronka’nın ölü bedeninin başında bulurlar Pezner’i, kadın kanlar içinde yatarken polisler Pezner’i alıp götürürler. Stavro yukarıdaki evinden dinlemektedir hengâmeyi, dostunun yardım çağrısını duyunca aşağı iner ve Veronka’yı kendisinin öldürdüğünü söyler. Hapishaneye düştüğü zaman geçmişini daha yoğun bir şekilde yaşamaya başlar, Odessa’dan Girit’e yolculuklar. Veronka’yı öldüren Pezner değildir, Stavro da değildir, söylediği gibi kıskançlık cinayeti işlememiştir, asıl katil bulunduğu zaman Stavro serbest bırakılır ve sokağa döner. Pezner de döner, herkes birbirine kavuştuğu için mutludur. Ağaç hariç, o ömrünü tamamlar, karakterler bir daha ayrılmayacak şekilde yaşamaya başladıkları için işlevini tamamlayıp ölür incir ağacı.
Anlatının özelliklerine değinmeli, geçmişe dönüşlerle anlatı zamanına varışlar oldukça yumuşak geçişlerle sağlanır, Sabatier bir nesnenin, imgenin doğurduğu çapraz anlatılara ansızın geçer ve aynı biçimde geri döner, hoş bir teknik. Anılar karakterlerle özdeş bir biçimde renklenir, Stavro’nunkiler en parlaklarıdır mesela, Pezner’inkiler en solukları, bu ayrım gözetildiği için karakterler özgülük kazanırlar. Sonlara doğru görülen hızlı geçişler eleştirilebilir belki, cinayet vakti pek hızlı anlatılır, Pezner’e pek ağırlık verilmez, düğümün çözüldüğü nokta da pek etkisiz, hızlıca verilir, anlatının denge noktası bu son bölümler yüzünden kayıp durur.
İyi romandır, başta Stavro olmak üzere bütün karakterlerle tanışmak keyif verir. Denk gelinirse okunsun elbet.
Cevap yaz