Kapının açılmasıyla başlıyor, kapanmasıyla sona eriyor metin. Manguel’i hizmetçi karşılıyor, arkasında ayaklarını sürüyerek gelen, gri takımının önü ilikli Borges. Sağ el, gevşekçe sıkılan el, oturma odası. O akşam Kipling okuyacak Manguel, başka akşamlarda Chesterton, bir dünya şiir, haftada birkaç akşam. 1946’ten 1968’e dek Borges’in okuma tayfasının bir üyesi Manguel, okuldan sonra çalıştığı Anglo-Alman kitapçı Pygmalion’da çalışırken patronunun önerisiyle raflardaki kitapları okumaya çalışıyor, böylece müşterilerin zevklerini sezme yeteneğini artırarak doğru kitapları doğru insanlarla buluşturacak. On altı yaşındayken dükkâna gelen Borges’in teklifini kabul edecek, o da okumacılardan biri artık. Anne yaşlanmış, dilediğince okuyamıyor, öğrencilerden bir grup kurup kitaplarla ilişkisini sürdürmüş Borges, kitaba birazcık düşkün herkesi davet edermiş. Okumacılar birbirlerini pek tanımıyorlar, gizli bir kulübün üyeleri. Manguel’in teyzesi Borges’in hayranı olduğu için yeğenine günlük tutmasını tavsiye etmiş ama “ergenliğin verdiği küstahlık” o günleri gayet sıradanlaştırmış, Manguel o günleri sıcağı sıcağına kaydetmemiş ne yazık ki. Bu metin o günlerin üzerinden otuz yıl geçtikten sonra yazılmış, anılarla yetineceğiz.
Borges’in evi zamanın dışındaymış gibi, Manguel’e göre ziyaret edilen yerler o evde yaşıyor. Gezmeyi çok seven Borges görme duyusunu yitirdikten sonra üniversite ve vakıflarca davet edilmiş hep, buna rağmen dünyası okumaların temsilinden doğan somutluğa sahip olduğu için Austin Üniversitesinden Cenevre’ye pek çok mekân duvarların arasına sığışmış. Sıcak, hoş kokulu bir yer, oldukça da karanlık. Borges’in körlüğü mekâna sinmiş, büyükannesinden ve büyükbabasından miras. Milton ve Homeros gibi kör şairlerin de ilhamını almış, ayrıca Ulusal Kütüphanenin önceki iki yöneticisi de kör olduğu için “Tanrının ironisi” olarak görürmüş bu durumu. Gri bir sisin içinde yaşayıp siyahı hiç göremediği için hayıflanırmış, sarıyı ayırt edebilirmiş bir. Başka bir metinde kırmızıyı görebildiğini okumuştum, Manguel’in dediği doğrudur herhalde. Yazacağı metinleri kafasında kurduktan sonra yazdırır, ezberinden dökülen sözcüklerin yazıldığı kâğıdı katlayarak kitapların arasına veya cebine sıkıştırırmış. Parasını da aynı şekilde katlayıp kitapların arasına koyar, gerektiği zaman bir kitabı çekip hazinenin diğer anlamıyla da karşılaşırmış, hoş. Kendine özgü tuhaflıklarıyla evinin ortamını düzenli bir mabede çevirmiş Borges, annesinin gözünde “Georgie”ymiş hep, iki hayalet evde sessizce yaşarlarmış. Madre her zaman odasında, misafirler bir tek sesini duyuyorlar. Çocukluğundan itibaren oğlunun en büyük destekçisiymiş, deli gibi okurmuş Borges. Şair bir komşu Borges’i bir şiirde geçirince mutluluktan uçmuştur herhalde kadın. Oldukça korumacı, Borges’in sekreteri olduğu dönemde sorulan bir soruya İspanyolca konuşanların sık yaptığı bir telaffuz hatasıyla “el” yerine “sevgili” diyor, ölmeden önce kocasının sevgilisiyken şimdi oğlunun sevgilisi. Yatak odasında iki alçak kütüphane, yatak ve dolap dışında bir şey yok, Manguel’in binlerce kitaplık kütüphanesinin aksine Borges evinde pek fazla kitap bulundurmuyor. Gerçi emrinde koca ülkenin kütüphanesi var, evin her yerini kitapla doldurmanın anlamı olmasa gerek. Mario Vargas Llosa bir gün ziyarete geldiğinde neden daha büyük ve daha lüks bir yerde yaşamadığını sorunca Borges sinirlenmiş, “Lima’da belki öyle yaşıyorsunuzdur ama biz Arjantinliler gösterişten hoşlanmayız,” demiş, bu diyaloğu kitap bağlamında da değerlendirebiliriz. Kitaplık sanatını en iyi bilenlerden biri belki Borges, sadece kitap düşkünlerinin bileceği üzere kitaplık sürekli dolan değil, seyreltilen bir yapıdır. En iyiler kalır bir, gerisi elden çıkarılır. Sonsuza dek veda ettiğimiz kitapların kitaplıkta durmasına lüzum yoktur ne de olsa, bir kez okuduktan sonra bir daha okumayacağımızı bildiğimiz kitapları dolaşıma sokarız ki aradığı ihtimamı yeni yerinde bulabilsin. İstifçiliğin edebiyatla bir ilgisi yok.
Piazzola’dan nefret ediyor Borges, tango fazla duygusal. Milonga sözleri yazdığı oluyor, bunun yanında resimle de pek ilgili değil. Ressamları ve eserlerini bilir, birkaç öyküde yer de verir ama o kadar. Müzikle de haşır neşir olduğu söylenemez, klasik bestecilerden bazılarını sever, ilginçtir ki Psycho‘nun müziklerine bayılır. Sinemaya gittiklerinde Manguel filmi anlatır yavaştan, Borges görüyormuş gibi tepki verir, filmde kırmızının kullanımıyla ilgili yorum yapar, heyecanlanır. Çocukluğundaki heyecandır bu, o yaşta Ulusal Kütüphanede görevlilerle konuşamayacak kadar utangaç olduğu için eline gelen ilk cildi çeker, ansiklopedileri okumaya başlar. Druidler, Dryden derken önünde bambaşka bir dünya açılır, bu dünya derinleştikçe Borges’in fiziksel dünyası daralır, evreni bir kitaba indirgediği zaman gözleri o kitaba odaklanmıştır, başka hiçbir şey görmez. Kitaplarının arka kapaklarına gizemli işaretler çiziktirir, Finnegans Wake‘i sonuna kadar okuyamamışsa da metin hakkında ders verebilecek kadar hakimdir mevzuya, dil yeteneği malum. Değerli kitaplarının arasındaki Grimm Kardeşlerin Masallar‘ı okuduğunu hatırladığı ilk kitap olduğu için çok önemli, bunun yanında H. G. Wells, Lugones, Twain gibi yazarlar da raflarda yer bulabilmiş. Kendi kitapları yok, “son derece unutulabilir” olarak gördüğü kitaplarına yer ayırmamış. Okurluğun öne çıktığı en önemli nokta, tutku bazı yazarları usta olarak belletiyorsa ustaların kitapları başka kitaplara yer bırakmaz. Borges için gerçeğin özü kitaplarda gizli, okumak ve yazmak üzerine konuşulası yegane uğraşlar. Moda olan edebiyata tahammülü yok, Fransız edebiyatını okulları ve çevreleri öne çıkardığı için beğenmiyor. İhtiyaç duyduğu her şeyi zihnine kazıdığı için yeni metinlere bakmadığı söylenebilir, karakterlerinden birine belleğinin çöp yığını olduğunu söylettiğinde kendisinin konuştuğunu varsayabiliriz. Kendi şiirleri, Baudelaire’in şiirlerinin yanında başka pek çok şiir de ezberinde, yanlış okunduğu zaman hemen düzeltebiliyor. Almancayı pek seviyor ama Heidegger’i sevmiyor, “anlaşılmaz bir Almanca lehçesiyle” yazdığı için.
Borges’in edebiyat öğretimindeki yerini anımsıyor Manguel, okulda Borges okutulurmuş. Altmışlarda o bilinen şöhretinden uzakta olsa da metinlerindeki ince işçilik okullarda incelenirmiş. “İşin doğrusu şu: Borges İspanyol dilini yeniledi. Bonkör okuma alışkanlıkları sayesinde, başka dillerden İspanyolcaya hoşluklar getirdi: İngilizcenin kalıpları ya da Almancanın, konuyu cümle sonuna kadar saklı tutabilme özelliği.” (s. 35) Çeviri anlayışına geliriz buradan, örneğin Shakespeare’i çevirirken Shakespeare’in özgür olduğu kadar özgürlüğe sahip olmaktan bahsediyor, dönemi ve sanatçıyı zihinde canlandırmak zorunda. Chesterton’ı İspanyolcaya çevirirken biçemden de kendine yonttuğu şeyler var, o ilginç üslup pek çok yazarın karılmasından doğmuş.
Çok ilginç düşler görürmüş, bu düşleri anlatmaktan hoşlanırmış. Kurtulamadığı iki karabasan aynalar ve labirent, öykülerinden ve şiirlerinden biliyoruz. Aynaya baktığında yüzünü tanıyamayacağından hatta yüzünü göremeyeceğinden korkarmış, körlüğü bir anlamda rahatlatmış olsa gerek.
İki ilginç mevzuyla bitireyim, birini direkt alıyorum: “Borges tanıdığı yazarlardan söz ederken onların arkadaşı olarak değil, okuru olarak konuşuyor daha çok. Dostluğun dünyasında bile okurluk rolü ağır basıyor. Yazarlık değil, okurluk. Okurun, yazarın işini devraldığına inanıyor.” (s. 51) Okur olarak belli bir sorumluluk duyuyor ve metni öne koyuyor önce. İkinci mevzu kaplan, Borges’in kusursuz hayvanı. Jaguar ve kaplan öykülerinde geçer, Blake’in etkisi de var tabii. Zengin bir hayranı Borges’in son zamanlarında çok sevdiği yazarı malikânesine çağırıyor, Borges bir süre sonra omzuna konan koca patileri hissediyor. Uysallaştırılmış kaplan metinlerden fırlamış gibi adeta, çok heyecanlanıyor Borges ama kaplanın ağzından yayılan çiğ et kokusunu da bir o kadar sevmiyor. Matrak.
Kitap düşkünü bir adam dünyasını metinlerden oluşturmuş bir başkasına saygılarını sunuyor bu metinle, ilgilisi mutlaka okumalı.
Cevap yaz