Özkırımlı’nın Cumhuriyet‘te yayımlanan yazıları, 80’li yıllardan, yirmi portre. Başka yazılar da varmış, belki kitaplaşmıştır, peşine düşmeli. Röportaj kırpması yazılar bunlar, Özkırımlı yakın geçmişinin kültür ve sanat adamlarıyla söyleşmiş, kültürel ve siyasal panorama çıkarmış, pek hoş. Melih Cevdet Anday’la başlayayım, çok sıkıntı çektiğini söylüyor Anday, para sıkıntısı. Zaman geçince unutmuş, gençlere para sıkıntısının önemli olmadığını diyesiymiş. Amirlerle, iktidarın adamlarıyla takışa takışa çıkmış veya çıkarılmış girdiği işlerden, Ankara’daki yokluk günlerinde şair arkadaşlarıyla takıldığı günlerin saat saat çizelgesi çıkarılmıştır, ucuz restoranlar, ucuz içkiler, tabanvayla seyahat, bolca şiir. Anday Kadıköylü, ailesi Ankara’ya taşınınca Ankara Lisesine giriyor, dokuzuncu sınıfa. Oktay Rifat ve Orhan Veli onuncu sınıftalar. Önce Orhan Veli’yle tanışır, onun aracılığıyla Oktay Rifat’la, üçlünün şiirleri malum. Yaşar Nabi’nin Varlık‘ta bu üç şaire ayırdığı orta sayfalar her sayıda dolar, durmadan yazarlar, sonra Anday askere gider, Aydın’da apandisiti patlayınca İstanbul’a, Deniz Hastanesine getirilir. Bir gün Orhan Veli’yle Oktay Rifat çıkagelir, şiirleri kitap haline getireceklerini söylerler. Orhan Veli kitabın üzerinde üçünün de adının yazmasını ister ama Oktay Rifat karşı çıkar buna, üçlünün şiir yolculuğunun sonu bu kitaptan sonra görünmeye başlar. Olduğu gibi alayım: “‘Garip anlayışını sömürdük iyice. Herkese kolay geldi çünkü. Ama bırakmak gerekiyordu doğrusu. Garip hareketi, şiir bakımından getirdiği özgürlükle, cesaretle yapacağını yapmıştı zaten. Onu sonsuza dek sürdürmenin anlamı yoktu. Bu yüzden Garip anlayışından önce ben ayrıldım. Sonra da Oktay. Çünkü şiir, bildiğiniz gibi bir araştırma alanı. Ben şairin durumunu araştırıcılık bakımından bilim adamının durumuyla çok benzer tutuyorum.’” (s. 130) Anday araştırır, nesnelerin insan üzerine izdüşümlerini, zamanın parçalarının son derece yapay, insani olduğunu düşünür, ölüm üzerine kalem oynatır, TRT’de dil üzerine programlar yapar. Nâzım Hikmet’in bir şiirini okuduğu için uyarılınca arkasına bakmadan çıkıp gider, dikiş tutturmazlar Anday’a. Nâzım Hikmet üç şair için de önemlidir, serbest bırakılması için açlık grevine başlarlar. İlginçtir, Garip’i eleştirenler özellikle Orhan Veli’nin devlet kurumlarında görevlendirilmesini iktidarın çanağını yalamakla bir olduğunu, “ehlileştirilen” şairlerin seslerinin kesildiğini söylerler, Orhan Veli’nin Nâzım Hikmet’i azıcık iğneleyen görüşlerini de eleştirirler, oysa sanılandan daha derin bir bağ vardır Garip’le Nâzım Hikmet arasında. Üç şair de ustalarını severler, kendi yollarına gidene kadar Hikmet’in etkisi de şiirlerinde bellidir. Anday’ın iktidara pek yanaşmadığı da malumdur, 1960 öncesi muhalif Tercüman‘da yazmaya başlar Anday, takma adlarla yazdığı fıkralar tutunca kendi adıyla yazmasını isterler. Bir ay yazar, ardından patronu Peyami Safa’yla anlaşır. Safa’nın ilk şartı Anday’ın yazmamasıdır. Son yazısını yazıp bırakmasını söylerler, böyle pek çok yerden çıkarılmış, maddi sıkıntı çekmiştir Anday, bunun yanında adı komüniste çıktığı için yakından takip edilmiş, askerde komutanı Rusça bildiğini düşünerek iş vermeye kalkmış. Yıllar sonra ortaya çıkıyor ki emniyet kayıtlarında var bu, Rusça bildiği kim bilir ne zaman işlenmiş kayıtlara, kalmış öyle. İnsanını bu denli öğütmeye çalışan bir ülke çok yorucu.
Cahit Külebi. Halk şiirinden yola çıkıyor ama halk şiiri yazmıyor hiç, Fransız şiirine hayran olsa da Fransız ozanlara da öykünmüyor, Ahmet Muhip, Cahit Sıtkı, Orhan Veli gibi öykündüğü kimse yok. Küçük de olsa her zaman modern ve yeni şiirler yazdığını söylüyor. Üniversiteye girdiğinde Behçet Necatigil’le tanışıyor, aynı dönemdeler, Necatigil arkadaşının şiir yazdığını öğrenince bir iki alay etmiş ama Külebi pabuç bırakmamış, gözdağı vermiş hemen. Başka da çağdaş Türk şiirini bilen yokmuş etrafında, şiire gönül veren insanların yokluğunu çekmiş. Daha lisedeyken yanmış ateşi, Sivas’ta öğretmeni Ahmet Kutsi Tecer’miş, Âşık Veysel’i seyretmiş haliyle. Sonrası bir uzun yol. Külebi şiiri “yaşaması” gerektiğini söylüyor, ancak o şekilde yazabilirmiş. Baktığı yerde şiiri görecek, masaya herhangi bir şiiri yazmak için oturmayacak, ateşin harını duyacak.
Cahit Tanyol. Arif Nihat Asya’nın getirdiği Nâzım Hikmet plaklarını dinliyor okulda, Asya o dönemlerin yeniliğe açık, pırıl pırıl bir öğretmeni. Yobazlıkla suçladığı Mehmet Akif Ersoy’un şiirlerini okutmazmış örneğin, Nâzım Hikmet’in yanında Ahmet Haşim ve Yahya Kemal’e de yer verirmiş derslerinde. Yıllar sonra Yahya Kemal’in dostu da olacaktır Tanyol, 1940’ta İstanbul’a geldikten sonra dergilerle haşır neşir olur, İzmir’de Kemal Bilbaşar’la çıkardığı dergiden edindiği tecrübeyle birkaç derginin yayın yönetmenliğini üstlenir, böylece sanat dünyasının önemli isimleriyle tanışır. Yahya Kemal’le tanışmasını bir yazısı sağlar, Ahmet Hamdi Tanpınar bir gün gelerek Yahya Kemal’in kendisini beklediğini söyler, şair kendisi hakkında yazılan yazıyı pek beğenmiştir. Ustasının yanına çırak olarak girer Tanyol, birlikte Park Otel’i şiirle, kitaplarla doldururlar. Cumhuriyet yılları sonra, Tanyol’un tanınması gazeteye transferi sayesindedir. Bunların dışında Özkırımlı’nın hemen her röportajda sorduğu sorular var, katılımcılar üç aşağı beş yukarı aynı cevapları veriyorlar. Atatürk’ün kurumlarının 12 Eylül’le birlikte kapatılması ironik, dinin okullara bodoslamadan girmesi doğru değil. Görüşler ortak.
Vedat Günyol denemelerinde de sıklıkla yer verdiği meselelere eğiliyor. Sabahattin Eyuboğlu’nun hapishane günlerini andığına göre dostunun günden güne eriyip gitmesi travmaya yol açmış ne yazık ki. Birlikte kurdukları yayınevinden çıkan bir kitap davalık olunca dört yıllık mücadele sonunda aklanıyorlar ama 12 Mart geliyor bu kez, Eyuboğlu hapse giriyor ve eline kalem almıyor bir daha, çeviri yapıyor en fazla. Denemeleri ne hoştur oysa Eyuboğlu’nun, çok yazık. Sırf bunlar da değil, Mavi Yolculuk için plan yaptıkları bir gün örgüt suçlamasıyla götürülüyorlar, iki ayakkabının yan yana gelmesi sakıncalı. Başka ne var, gençliğinde Halide Edip Adıvar ve Adnan Adıvar’la geçirdiği günleri unutamıyor Günyol, şu anı o günlerden: “‘Adnan Bey, benim, babamdan başka demeyeyim, babamla birlikte elini saygıyla öptüğüm sayılı insanlardandı. Çok namuslu, tokgözlü, yanlışını kabul edebilen bir insan. Bir gün bana ‘Vedat’ dedi, ‘ben kaybettim. Atatürk’ün hakkı varmış. O becerdi bu işi, yaptı.’ Laiklikten söz ediyordu. Laikti Adnan Adıvar, hatta biraz da agnostik, bilinemezci.” (s. 93) Günyol kazandığını dergilere yatırdığı için ev sahibi olamamış, emekli maaşı kirasına bile yetmiyor ama Özkırımlı’ya göre mutlulukla dolu, dilediği gibi yaşamış çünkü. Çok yaşa Günyol! Kitaplarını okuyan hangi okur söyler öldüğünü?
Cevdet Kudret devletle başı beladan kurtulmayanlardan sadece biri. Mimlendikten sonra takma isimle ders kitabı yazıyor, sınıf arkadaşı Vasfi Mahir Kocatürk ve Nihat Sami Banarlı da ders kitabı yazıyorlar. Kudret’in kitap satışları iyi gidince diğer ikisi hemen kıllanıyorlar ve takma ismin ardında kimin olduğunu ortaya çıkarıyorlar, Kudret’in kitapları hemen toplanıp yasaklanıyor. Adam zar zor geçiniyor zaten, ekmek parasından da ediyorlar bir güzel. Edebiyat tarihçiliğine sarıyor Kudret, sırf geçinebilmek için. Gönlünden şiirler, romanlar geçse de para kazanmak için Türk Klasikleri serisini hazırlamak zorunda kalır bir dönem, o da sürekli işten çıkarılır, geçim sıkıntısı çeker. “‘Ankara’da tanıştığım bir Türkoloğa kitaplarımı hediye ettiğimde; ‘Bizde bu kadar kitabı olan bir yazarın özel bir köşkü, arabası, şoförü vardır’ dedi. Güldüm, bilim ve sanatın bizde geçer akçe olmadığını, bunlarla günlük ekmek paramızı bile çıkaramadığımızı söyleyemedim adama.’” (s. 33)
Kaldı on beş portre, okurun ellerinden öper. Sahaflarda bulabilirsiniz kitabı, denk gelirseniz kaçırmayın.
Cevap yaz