Mads Mikkelsen’in şahane canlandırdığı Kohlhaas’ın başına gelenleri vakayinamelerden öğreniyoruz, anlatıcı sonlara doğru pek çok vakayinameyi karşılaştırarak derlediğini söylediği hikâyeye sağdan soldan duyduklarını da ekliyor, böylece doğruluğundan kesin olarak emin olamadığımız bir serüven çıkıyor ortaya. 1500’lü yılların Avrupa’sı hakkında söylenecek çok şey var, sona saklıyorum, metni filmle kıyaslayarak anlatayım önce. Filmde at tüccarı Mikkelsen yardımcısıyla birlikte o dönemin panayırlarından birine doğru yola çıkar, amacı yanında götürdüğü atları satmaktır. Bu panayırlar kapitalizmin dünyayı ele geçirmeden önceki bölgesel pazarlarını teşkil ediyor, nakliyenin henüz gelişmediği, ABD’de üretilen pamuğun Hindistan’da işlenip Avusturalya’da satılmadan önceki dönemlerde bölgenin tüccarlarını çeken yegane etkinlik. Yerel yönetimler ticareti kendi bölgelerine çekmek için vergi muafiyeti, beleş yolculuk, ucuza konaklama gibi avantajlar sunuyorlar ve rakip pazarları egale etmeye çalışıyorlar ki hikâyede bu mevzu çok önemli, feodalitenin köylüleri ezen beylerinden sonra hukuka önem veren prenslerin, kontların, lordların ve dahi vikontların Kohlhaas’a davranışlarında bu değişimin izlerini göreceğiz. Tüccar ve yardımcısı bir şatonun yanından geçerlerken daha önce hiç görmedikleri, yolu kapatan bir tahta parçasıyla karşılaşırlar. Sınır bekçisi hemen damlar, geçmek için para ödemeleri gerektiğini söyler. Mikkelsen -Kohlhaas yazasım yok, bir de Mikkelsen deli yakışıklı bir adam, o yüzden Mikkelsen- arıza çıkarmaz, parayı öder ve yoluna devam etmek ister. Wenzel von Troyka nam soylu bir sorun daha çıkarır, Dresden’den alınacak bir geçiş belgesini şart koşar. Mikkelsen belgeyi alacağını söylese de asilzade en azından iki atını rehin olarak bırakması gerektiğini söyler. Asilzade ve arkadaşları iki güzel atı gözlerine kestirmişlerdir aslında, katakulliyle atlara el koymaya karar vermişlerdir. Tüccar yardımcısıyla birlikte atları geride bırakır, Dresden’e gidip konuyu soruşturur. Düşündüğü gibidir, geçiş belgesi diye bir şey gerekmemektedir, aslında zeki bir adam olmasına rağmen başına ne işler geldiğini tam olarak anlamaz çünkü kanunların uygulanacağına adı gibi emindir. Bu da ilginçtir, beylerin höt hötlerinin yankıları o döneme kalmamıştır demek ki, hukukun üstünlüğü ilkesine güvenir Mikkelsen. Ne ki atlarını almaya gittiğinde yardımcısının bir temiz dayak yediğini öğrenir, adam uygunsuz davranmıştır, atlar da tarlaya koşulmuştur, canları çıkarılmıştır. Mikkelsen yediği hakaretlerle ayrılır mekândan, yolda uşağını kanlar içinde bulur, evine götürür. Uşak kurtulsa da yapılanları ikisi de unutmaz, Mikkelsen eşi Lisbeth’e olayı anlatır ve mahkemeye başvuracağını söyleyerek Dresden’e döner, tanıdığı bir avukata başvurarak dava açtırır. Nepotizm yüzünden işler yürümez, asilzadenin akrabaları, dostları hukuki süreci aksatırlar, avukata bir temiz de gözdağı verirler, avukat Mikkelsen’e işin peşini bırakmasını söyler. Bu çabalar boşa çıkınca evi barkı satıp başka bir yere taşınmaya karar verir, yasaların işlemediği yerde daha fazla durmak istemez. Evi, çiftliğini ederinin çok altına satar, o sırada Lisbeth hükümdarla konuşmaya çalışacağını, erkeğe göre kadının bu konularda daha mahir olduğunu söyler. Mikkelsen eşini ve yardımcılarını esenlikle uğurlar ama facianın son halkasını da eklemiş olur, bir arabanın içinde geri getirilen Lisbeth ağır yaralıdır, bir süre sonra hayatını kaybeder. Ölmeden önce Mikkelsen’e düşmanlarını affetmesini söylese de acılı adam yemin eder, intikamını alana kadar önüne kim çıkarsa ezip geçecektir. Burada Rousseau’nun “ilk ve doğal haklar”ını anarlar metnin çevirmenleri, toplum sözleşmesi bir kez ihlal edildikten sonra kişi kendi doğal özgürlüğüne kavuşup kendi adaletini sağlama yetkisini elde etmiştir, Mikkelsen’in önünde hukuki bir engel kalmamıştır kısacası, davranışlarını haklı çıkaracak durumdadır. Sadık adamlarını toplar, şatoyu basar, insanları çat çat öldürür, filmde büyük bir sessizlikle hallederler işlerini, kurmalı yaylarla suikast timi gibi ilerlerler ama asilzadeyi kaçırırlar ellerinden ne yazık ki. Davasında haklı olduğunu bilenler tayfaya katılmaya başlarlar, mevzu giderek büyür, Mikkelsen önüne çıkan bütün yerleşim yerlerinde asilzadeyi arar ve bulduğu kasabayı yakıp yıkar. Vali duruma el koyarak pek sevdiği Mikkelsen’in çizgiyi giderek aşmasını engellemeye çalışır, yetkisini kullanarak bir anlaşma önerir ve adil yargılama sözü vererek ateşi dindirir. Mikkelsen çeteyi dağıttıktan sonra mahkeme sürecini beklemeye başlar ama alavereler devam etmektedir, adamı suçlu çıkarmaya çalışan soylu sınıf olmadık tuzaklar kurup yalancı şahitler tutarlar, bir yandan da davasında ne kadar haklı olsa da isyan çıkardığı ve nice insanı öldürüp nice köyü yaktığı için adamın cezalandırılması gerektiğini söylerler. Mikkelsen cezaya razıdır, yeter ki asilzade gerektiği şekilde cezalandırılsın. Gerisi bürokratik oyunlar, adaletin şirazesinin kayması, terazinin bir o yana, bir bu yana sallanması. Lehlerle ilişkiler gerilince Saksonya’nın efendileri iç zayıflık yaratan bu durumun çözülmesi için olaya el atarlar, işler bir süre yolunda gitse de asilzadenin gücü ağır basar ve Mikkelsen cezalandırılır, tabii hiyerarşide en tepedeki adamın verdiği ceza asilzadeyi de ölmüşten beter eder. Hak yerini bulur, Mikkelsen çocuklarını emin ellere bırakıp sevdiği valinin önünde boynunu kütüğün üzerine koyar.
Plana bakalım, Kohlhaas burjuvazinin yükseldiği dönemde yaşamış, talep ettiği hakların karşılığı olarak vergisini veren, sevilen, adil biridir. İşçilerine iyi davranır, atlarını her şeyden çok sever, kırsalda yaşasa da kentlilerin yaşamına pek uzak değildir. Yeni kurumların, hukuk devletinin derme çatma hali beylik döneminin haraççılık mirasıyla imtihan edilmektedir o sıra, dinî kurumlar da gücünü o kadar yitirmemiştir henüz, Kohlhaas bağlı bulunduğu mezhebin başı olan Martin Luther’dan aldığı sözle bırakır savaşı ancak, affedilmiştir, günah çıkardıktan sonra çetesini dağıtıp tamamen hukuki yollara başvurmuştur. Luther’ın etkisi büyük olsa da verilen sözler tutulmayıp kanunsuzluk ayyuka çıkınca adalet arayışını sürdüren Kohlhaas kendini feda ederek hukukun işlerlik kazanmasını sağlamaya çalışır, bu uğurda zorlama bir biçimde ortaya çıkan kurtulma şansını da elinin tersiyle iter, prenslerden birinin istediği şeyi kolayca yerine getirebilecekken kılını kıpırdatmaz, onun için önemli olan adaletin teminidir. Burjuva sınıfının artı değerini koruyabilmesi için seçtiği bir figürdür Kohlhaas, Protestanlığın ticareti fişteklemesinin ürünüdür, iki at için dünyayı yakmayı göze almasını bu anlam alanlarıyla birlikte değerlendirmek gerekiyor. 1532’de Avrupa’nın hali bu, Kohlhaas’ın mücadelesi ve benzer mücadeleler kurumsallaşmış, bireylere bağlı olmayan adaleti ortaya çıkarıyor nihayetinde. Olduğu kadar tabii, mükemmel işleyen bir sistem hiçbir zaman olmadı sanırım, sermaye el değiştirince terazi Kohlhaas’ın sınıfındakilerden yana ağır basmaya başladı bu kez, prenslerden şirket sahiplerine, genellersek zenginlere aktarılan güç toplumsal çarpıklıklara neden olmaya devam ediyor.
Üslup dolaylı aktarım biçimine sahip, metin birkaç paragraf haricinde külçe gibi, karakterlerin konuşmalarını diyaloglarla değil, üçüncü şahsın -anlatıcının- aktarmasıyla görüyoruz. O kadar da kuru değil ama, rapor tarzına sahip değil anlatı, gayet hoş. Nihayetinde Kohlhaaslar ailesine ne olduğunu da öğreniyoruz, Kafka bu metni her okuduğunda ağladığını söylemiş ama aynı soydan birkaç insanın yaşamlarını sürdürdüğünü düşününce biraz olsun teselli bulmuştur herhalde.
Mikkelsen’in ölümünü bütün detaylarıyla gördüğümüz halde metindeki Kohlhaas’ın ölümü hemen geçiştirilir, bunun yanında metinde var olan bazı şeyler filmde yok, filmdekiler de metinde yok, normal. Örneğin Mikkelsen’in çapulculuk yapmak isteyen adamlarına yaptığı konuşma metinde yok, yağmacılığı beylerin yaptığını, onlar gibi olmayacaklarını söylüyor. Filmde de Lehlerle olan münasebet yok diye hatırlıyorum, emin olamadım ama yoktu ya. Evet.
Klasik, iyi metin.
Cevap yaz