Storr hikâyelerin bilişsel yapımızla etkileşimini inceliyor. Dar bir çerçeveden ele alıyor konuyu, daha çok dünyayı anlamlandırma biçimimizin hangi etkenlerden yola çıkarak oluştuğunu metinlerden örneklerle anlatırken oluşturduğu belli bir örüntünün dışında işin edebi boyutuna pek eğilmiyor. Merak, bilinmeyenin çekiciliği, davranışları öngörülemeyen karakterler, kronolojik zaman çizgisi gibi temel bileşenleri anlatma biçimi iyi, klasik anlatı öğelerinin dışına çıkmaması kötü. Bu konuda okuduğum en iyi metinlerden biri Sanatta ve Beyin Biliminde İndirgemecilik, Eric R. Kandel bu metinde dünyayı iki bilişsel yolla biçimlendirdiğimizi söylüyor, Storr’un meselesi klasik olan. Bütün yanlarıyla, çelişkileri ve arzularıyla iyi bir karakter yaratıp bilinmeyenin ortasına atmak anlatı oluşturmaya yetebilir, yetinirsek. Anlatım teknikleriyle, dille ilgili pek bir bilgi yok, hikâyelerin soyut düşünme yeteneğimizi geliştirmesinin yolları var, bu. Konuya ilgi duyanlar için iyi bir başlangıç, daha nitelikli okumalara yönlendirebilir. Bizi “Biz” Yapan Hikâyeler, Proust Bir Sinirbilimciydi, Proust ve Mürekkepbalığı, Borges ve Bellek aklıma ilk gelenler. Storr ne yapıyor, bilişsel yapımızın evrimsel serüvenini takip ederek hikâye anlatımının temellerini biyolojik seyrimizle denkliyor.
Ölüme inanmamamızla başlaması hoş, bir gün öleceğimizi bilmemize rağmen kafayı yemememizi ne sağlıyor? “Beyinlerimiz, hayatlarımızı umut verici hedeflerle doldurup bizi bu hedeflere ulaşmak için çalışmaya cesaretlendirerek dikkatimizi bu korkunç gerçekten başka yöne çevirmemizi sağlıyor.” (s. 13) Ölüme karşı savunma mekanizması olarak hikâyeler. Ölümsüzlükle ilgili mitlerin, halk hikâyelerinin yaygınlığını düşünebiliriz. İdeal formları, belli başlı anlatıların uzun ömürlü olmalarını düşününce Propp’un incelediği örüntüler de hikâyeler için bir ölümsüzlük arayışı olarak görülebilir belki, en çok tekrarlanan ölüme en uzak olandır. Günlük hayatımızı bu tür örüntülerle doldurduğumuzu söylüyor Storr, yaşadıklarımızı uç uca ekleyerek ölüm fikrinden bir nebze olsun uzaklaşabiliyoruz, yaratıcılığa duyduğumuz açlığı da aynı şekilde dindirebiliriz. Geçmişi tekrar tekrar oluşturmak kurmacaya gelince bilinçli bir eylem, tatmin edici, bilişsel süreçler bu eylemle daha karmaşık yaratılara yol açıyor. Storr’a göre ruhsal olarak sağlıklı bireyler kendilerini yaşamın merkezindeki ahlak timsali kahramanlar olarak konumlandırıyorlar, egosantrik bakış açısı daha büyük normlara uygun bir norm olarak değer görebilir, bunun yanında hikâye anlatımının merkezinde yer alması şart değil. Campbell’ın monomitlerini ele alan Storr belli kalıpların dışına çıkılabileceğimizi, anlatıları farklı biçimlerde kurabileceğimizi söylüyor ama bunu da karakter merkezli bir bakış açısıyla yaptığı için kendi biçimini ortaya koymaktan fazlasını yapmıyor. “Zengin ve sahici karakterler tasarlamanın, şaşırtıcı olaylarla dolu bir hikâye yazmanın en iyi yolu, karakterlerin gerçek yaşamda nasıl hareket ettiğini anlamaktır ve bu da yüzümüzü bilime döneceğimiz anlamına geliyor.” (s. 20) Tartışılır. “En iyi” diye bir şeyden bahsedebilmek bir yana, hikâyelerin şaşırtması da şart değil. Aslında hiçbir yaratma süreci, hiçbir eser herhangi bir formüle muhtaç değil, dolayısıyla bu metni olanak sunduğu için okumalıyız, rehberlik niteliğini tartmak gerekiyor. “Bir Dünya Yaratmak” ilk bölüm, Storr en yurttaş Kane’in biyografisinden birkaç cümle veriyor, ardından bir hikâye için bu tür bir başlangıcın beyin için hiçbir şey ifade etmeyeceğini söylüyor. Su götürür bu, beynin arzu ettiğinin başka bir şey olduğunu söylüyor. O bölümü doğrudan alayım: “Charles Foster Kane 1862’de Little Salem, Colorado, Amerika’da doğdu. Annesi Mary Kane, babası Thomas Kane’di. Mary Kane bir pansiyon işletiyordu…” (s. 25) Beynin istediği şeyin anlaşılabilir, dümdüz bir dizge olduğunu Kandel da söylüyor, daha doğrusu böyle bir yapının kolay işlenebilirliği beyin için ideal ama söz konusu alıntının sırf merak uyandırmaması üzerine kurulan bir görüş sağlam gelmedi bana ki devamında mevzu bambaşka yerlere gidebilir, gitmese de bir kurgu biçimi olarak dümdüzlüğü ele alabiliriz. “Düm Kane’in Düz Yaşamı”. İnişli çıkışlı bir yaşam, sonu başından belli, o halde neden bu biçimde de anlatılmasın? Storr’un ne anlatmak istediğini biliyoruz, daha farklı, merakı dinç tutan bir biçimden bahsedecek ama tek bir olasılığın bileşenlerini ortaya çıkaracak, çok temel bir bilgi çıkacak ortaya, hikâyenin anlatım biçimleri konusunda oldukça kısır. Kabaca özetlemek gerekirse beynin dünyayı anlamlandırmada kullandığı yollar var, hikâyeyi bu yollara sokabilirsek iyi bir sonuç elde ederiz. Şaşırtmacalar iyidir, merak sürdürülmeli, güvenilmez anlatıcıların dünyaları beyin için biçilmiş kaftan. Aktif cümleler pasif cümlelerden daha iyi, nörolojik çalışmalarla ispatlanmış. Betimleme okuru olayın içine sokar, gerçeklik yanılsaması. Animizmi sürdüren yanımızı dürtersek metne girmek daha kolay. Duyularımızın deli gibi uyarıldığı anlarda zaman yavaşlar, her şeyi daha net algılamaya başlarız, dolayısıyla karakterlerin yaşadıklarına göre bu yavaşlamayı kullanabiliriz, aynı şekilde tekdüze bir yaşam zamanı hızlandırabilir, bunları göz önünde tutmalıyız. Dizinin hayranı değilim ama şu sahneyi çok severim, çok iyi anlatır bu mevzuyu. “Duvara vuran güneşi umursamazsınız. Oysa dağınık bir rafın bir hikâyesi vardır.” (s. 58) Buna da bakmak lazım, eğer soyut dışavurumcuların resimleri size hitap etmiyorsa güneşi umursamamanız normaldir, iki renge saatlerce bakan biri için de rafın dağınıklığı pek bir şey ifade etmeyebilir. Kandel’ın bahsi geçen kitabından alıntı: “Çoğunlukla kabaca tasvir edilmiş basit özellikler, algısal bir deneyim tetiklemeye yeterlidir ve ardından gözlemci bu deneyimi zengin eklemelerle tamamlar. Beyin araştırmalarından gelen kanıtlar, algının bu şekilde tamamlanması işinin yukarıdan aşağı yönlü hayli özgül sinyallerin görsel kortekse iletilmesi aracılığıyla meydana geldiğine işaret ediyor.” (s. 112) William James’e göre aşinalığın yenilikle birleşmesi “yeninin zaferle özümsenmesine” yol açabilir, “daha önce hiç görülmeyen bir şeyin tutarlı algısal deneyimi” ortaya çıkarsa yeme de yanında yat. Filyos’ta yaşarken bir tek orada gördüğüm bir renkten, kırmızının bir tonundan aldığım hazzı hiçbir metinden alamadım, aklıma geldi de. İlkbaharda güneş denizin üzerine batardı. Denize batardı doğrudan, kanatır gibiydi, denize ve odamın duvarına vuran ışığı görmek milyon tane resme bakmamış olmama rağmen -hola Vonnegut- bir şeyleri harekete geçirdi. Yeni sinapslar, yeni yolaklar, artık her neyse. Dağınık bir rafın hikâyesindense eşsiz bir ışığı tercih ederim. Kişisel bir şey tabii. Bu eşsiz ışığın hikâyesi daha çekici. Klişe bir metaforun kullanımını da bu durumla birlikte değerlendirebiliriz sanırım, araştırmalara göre tanıdık bir metaforla karşılaşan okurların beynindeki motor sistemin etkinliği azalıyormuş, dolayısıyla yeniliğin peşinde koşmak gerekiyor. Dörtnala da koşmamak gerekiyor Storr’a göre, son bir meseleyle bitireyim. Sebep sonuç ilişkisinin öneminden bahsediyor: “Sebep sonuç arasındaki ilişkiye fazla önem vermeyen olay örgüleri, anlaşılmama riskiyle karşı karşıyadır çünkü böyle yaparak beynin konuştuğu dili konuşmamış olurlar.” (s. 73) Ticari ve edebi anlatılar arasındaki farkı sebep sonuç ilişkisine indirger Storr, mantıksal ilişkinin kopukluğunun eseri kolayca tüketilemeyen bir biçime soktuğu için pek tercih edilmediğini, bu yüzden fazla kapalı hikâyeler yazmaktan kaçınılması gerektiğini söyler. Ortalamaya yönlendirici bir yorum, ketleyici biraz da. Maksat tüketim toplumunun beğenisine uygun eserler yaratmaksa evet, Storr’u dinlemek lazım. Zor metinlerle uğraşan kişilerin doğuştan parlak bir zekâya sahip olmalarıyla ilgili söyledikleriyse bahsetmeye değmeyecek şeyler.
Yazı çizi işlerine yeni başlayanlar için faydalı, konuyla alakalı araştırmalar yapanlar için vasat bir kitap. Meraklısı okusun.
Cevap yaz