İnsansız dünya. Güneş dönüyor, galaksi dönüyor, ağaçlar. Hayvanlar koşturuyor, su akıyor. Fırtınalar. Kuşlar ölüyor. Kıtalar yer değiştiriyor, Afrika’yla Kuzey Amerika bitişiyor. Kürenin ortasında bir buzul. Eriyor, Güneş büyüyor, atmosfer yok oluyor, karanlığın içinde dev gibi bir ateş topu. Hiç.
Küçük çocuk hiçliğin ortasında değil henüz, kalede duruyor. Anlatıcı “sen” hitabını izleyicilerden biri için kullanıyor, izleyici uğruna savaşılacak bir şeyleri izlerken mutlu. Kaledekinin düşüncelerine giriyoruz sonra, nugget yiyecek maçtan sonra, elinden geleni yapmalı. Rakip oyunculardan biri topla yaklaşıyor, ne yapacaksa o an yapacak. Penaltı değil, kaleci de endişeli değil ama başka bir metni çağrıştıran durum seçiliyor, ilerleyen bölümlerde de seçilecek, Genazino’nun felsefe bilen karakterlerinden birinin yaşamını göreceğiz. İzliyor henüz, kaleci kendine güveniyor, öne çıkıyor. Maç 8-0 bitiyor. Kaleci için var olmak mı önemli, topu kaleye sokmamak mı? Seyirci bir anlam çıkarıyor bundan. Yıllar sonra bir uçakta, Almanya’dan ABD’ye gidiyor, bir üniversitenin felsefe bölümünde asistanlık yapacak. Yer aşağılarda, hosteslerin yakınlığı yerle uçak arasındaki mesafeyle doğru orantılı. Ölüm bastırıyor, plastikten yapılma bir hava, gülüş. Kısa cümleler, net, anlatıcı ne düşündüğünü iyi biliyor, o kadar iyi biliyor ki düşüncelerini her an analiz ediyor, ontolojisini eylemlerinden çok düşünceleriyle sabitliyor. Neden gittiğini soruyor, biliyor. “Günün birinde, burada olmanın, bunu görmenin ve o esnada bunu hissetmenin ne demek olduğunu bulacaklar belki. Ben olmanın ne demek olduğunu.” (s. 10) Özel bir nöron bulacaklar, “Bu bilinçtir, Ben’in kontrolü artık elimizde,” diyecekler. Üçüncü bir düşünce katmanını bulacaklar, sonsuz kümeler içinde yalnızca biri, en büyüğü değil. “Ben” bir maddeye indirgenecek, somutlaşacak, rasyonelliğimiz zaferini ilan edecek. Savrulmayı önleyicidir bu, daha doğrusu “Ben” olmanın neliğini düşünmeyi durdurucudur, bu da deneysel yaşamayı sona erdirir belki. Adamın özlemi bu mu? Uçaktan iniyor, taksi, ev. Zaman geçiyor, okulda yazı masaları yan yana, herkes çalışıyor, araştırıyor, gülümsüyor. Adam iki sıra arkadaki bir kadına bakıyor. Fenotipik özelliklerin kontrolü, genetik mirası almaya uygunluk, adamın aklından geçenler. Merakın ötesinde bir duygusu yok gibi gözüküyor. “Anlam kademelerinin bulanıklaşmaması” için bir ilaç olsa alacak, dünya bomboş. İnsan bir ağaç, gölgesinde dinlenebilir, meyvesini yiyebilir ve hiçbir sorumluluk hissetmez ağaca karşı, geride bıraktığı kız arkadaşını aldatması bu bağlamda değerlendirilirse normal. Bir de kaza geçirip ölürse bedeninin ne olacağı problemi çıkıyor arada, sigortası bu beden işini çözüme kavuşturmayınca ölüsünü ve dirisini düşünüyor, hangisi kendisi? Dışarı çıkıyor, DNA diziliminin belirleyiciliği, babasının bir sperminin kimliğiyle ilgisi, dünyanın deviniminin anlaşılmaz hassaslığı, hepsi arka arkaya sıralanıyor, düşünceler bir an olsun kesilmiyor. Barda bira içerken annesiyle boğuşan çocuğu görüyor, anneden tokat atmasını bekliyor, “ödlek fahişe” yavrusunu yola getirmeli. Bir parti, gülümsüyor, gülümsemeye çalışmasının fark edildiğini düşünerek tedirgin oluyor, eylemlerinin arkasındaki saiklerin anlaşılmaması cehennem, anlaşılması da. Neyi nasıl yapıyor ki, bunu nasıl anlatabilir ve düşünebilir, bilmiyor. Orada olmanın anlamı, bilinci açıklayan teorinin nasıllığı, bilincin illüzyondan ibaret olma ihtimalinin korkusu, her an her şey aklında, dönüp duruyor. Orada olmadığından kuşkulandığı bilinciyle birlikte dönüp duruyor, bilincinin dışına düşmüş bir adam o, birliği duyumsamıyor, başka bir boyutta başka bir varlık. Olmak istiyor, seks yapıyor, deneyimini cebine atıp yaşamına devam ediyor. Kar yağarken tanelere bakıyor, milyarlarca kar tanesi, bağımsız, kendi başlarına var olabiliyorlar, dehşet verici bir şey bu. Kendisi gittiğinde bilinci kalır belki dünyada, bir nevi hapislik. “Hayatta olmayı görmezden gelememe.” (s. 42) Nesneler, aidiyet, hiçbir şey mantıklı değil, yaşamı kendine aitmiş gibi hissetmiyor, bir beden ve birkaç düşünceden ibaret. İkisinin toplamı yaşamı mı?
Ertesi gün kız arkadaşı geliyor, birlikte birkaç hafta geçirecekler, plan bu. Adam ilişkisini düşünürken kendi beklentilerini bütün insanların duyumsadığını öngörüyor. Güzel bir yemek, mesleki ve kişisel başarı, cinsel ilişki umudu. Almanya’da tanışıyorlar, adam 24, kadın 21 yaşındayken. Ağır ağır ilerliyorlar, başlarda öpüşmüyorlar, birbirlerini tartıyorlar, esrar içerken mutlu olduğunu söylüyor adam. Sorulmasa bilmezdi belki, hâlâ bilmiyor da olabilir mutlu olduğunu, beklenen cevapları vermekte başarılı. Sevişmelerinin arası uzuyorsa da keyifleri yerinde, güzeller. Birliktelik adamın hoşuna gidiyor, kadının duygularını kopyaladığı ölçüde başarılı ama sürdüremeyecek bunu, ilişkileri yavanlaşacak. Çocuk fikri korkutucu, kariyer bitiyor, masraflar bitmiyor ama kimse farkına varmıyor bu durumun, iyi bir şey yaptığını düşünen insanlar iyi hissediyorlar, iyi hissetmeyene kadar. O noktadan çok uzaklar, ilişkinin başlarında bir köy festivaline gidiyorlar, kadın şarkı söylüyor, adam gitar çalıyor ve orkestraya küfrediyor, orada olmak istemiyor, hiçbir yerde olmak istemiyor. İstediği de söylenebilir, hiçbir yerde olmak. Felsefi metinler hakkında konuşurken bütün idealist sistemlerin kendilerini kaçınılmaz olarak çürütmek zorunda oldukları geçiyor aklından, söyleyemiyor. Asistanı olduğu profesörle konuşurken de benzer bir görüşü savunacak ve garipsenecek, hiçbir düşünce bir düşünce ihtiva etmemeli ona göre, profesöre göreyse düşüncenin böyle bir işlevi zaten yok, düşünce başlı başına bir düşünce, içeriğinde sadece tekillik ve kendilik var. Adamın anlayamadığı bir nokta. Konuşma yapacağı sırada donup kalması, dinleyicilerin birer birer salonu terk etmesi, eğitimini muhteşem bir şekilde batırması bundan. İlişkisini de. Kadın onu sevdiğini söylediği zaman uyuyormuş gibi yapıyor, kadının gösterdiği yakınlığın benzerini sunmaya çalışıyor ama başarılı olamıyor, en sonunda kadın anlıyor adamı, neden birlikte olduklarını anlıyor ve Almanya’ya geri dönüyor. Birlikte bir şey yaparlarken “biz” oluyorlar ama kişisel sorular, ilişkiye dair düşünceler işin içine girince adam bir şey hissetmiyor. Seks iyi bazen, birlikte yaşama deneyimi iyi, o kadar. “Birbirimizi hesap edilemez yörüngelerde çevreliyoruz ve seni seviyorum, sadece iyi bir iyi geceler hikâyesi artık. İşe yarayan bir iyi geceler hikâyesi.” (s. 73) Zamanlar iç içe geçiyor, Almanya’da çocuğu aldırıyorlar, başta birbirlerini reddetmişler gibi hissediyorlar, ikisinde de bir şeyler yok oluyor ama ilişkileri sürüyor, odadalar, adam “bir tür analitik Tourette Sendromu’ndan mustarip” olduğunu düşünüyor, Almanya’dan gelen arkadaşlarıyla vakit geçiriyorlar. “Hormonlar, karbon, su.” (s. 96) Bir şey yok, her şey yolunda, kadına verdiği cevap. Tansiyon yükseliyor, kadına göre adam yaşamanın ne olduğunu gerçekten bilmiyor. Yaşam tam olarak yaşadıkları şey. Dünya onlar olmadan da dönmeye devam edecek. Kadın gidecek, adam üzülecek ama durdurmayacak kadını, yaşamını sürdürecek ama yaşamın ne olduğunu, neyin içinde olduğunu, dışında neyin olduğunu, bomboş dünyada devrilen ağacın sesini, yaprakların hışırtısını, sıcaklığı, güneşin batışını bilmeden. Aşkı bilmeden, aşkı bilmiyorsa hiçbir şeyi bilmeden. Kalp atışlarını bilecek bir tek, maçlara gittiği zaman heyecanı bilecek, gördüklerini. Bu.
Dünya koca bir gizem, bu gizemle yaşamayı başarıyoruz. Laplace’ın düşündüğü canavar bir nöron olarak ortaya çıksaydı her bilince aktarılabilen bu nöron yaşamı belli çizgilere indirecekti, belli tercihlerin dışarıda bıraktığı diğerlerini düşünmeden yaşayabilecektik. Olmayınca sesler çoğalıyor ama susturuyoruz bir şekilde, A değil de B olmasının sarsıntılarını hissetmeyecek hale geliyoruz, kısacası bir anlamda delirmiyoruz. Bir delirme örneğini görmek için bu metni okuyabilirsiniz.
Cevap yaz