“Dünyanın Dostu”. Salam kentin varoşlarında, Yahudi mahallesinde oturuyor. Hiçbir Müslüman güvenilir değil, kendisi dahil, bu yüzden Yahudilerin arasında mutlu mesut yaşıyor Bou Ralem’le birlikte. Yahudiler ne dost ne düşman, eşyalarına dokunmayacaklarını bildikleri için kapıyı açık bırakıp gidebiliyor Salam, mevsimi gelince İngiliz ve Amerikalı kadınlara jigololuk yaparak geçiniyor, iyi para kazanıyor. “Keyif” tüttürüyor sıklıkla, çevirmen Yurdanur Salman’ın tercihi ilginç, ot içiyorlar işte basbayağı. Bir gün yavru bir kedi beliriyor evde, Salman kedinin adını “Mimi” koyuyor. Bou Ralem başta hayvanı pek sevmese de sırnaşıklıklar hoşuna gidince o da tutuluyor kediye, ev şenleniyor. Bowles harikası bu noktada ortaya çıkıyor, komşu Yahudi kadınlardan birinin kızının adı da Mimi, Salam kedisini çağırdığı zaman kadının garip bakışlarıyla karşılaşıyor önce, bakışlar tavırlara dönüşüyor, en sonunda tartışma çıkıyor, kadına göre Salam kedisine bilerek o ismi verdi. Kavga büyümüyor, kadın hınçla evine giriyor, mevzu yarıda kalmış gibi gözükse de ertesi gün Mimi’ni ölüsüyle karşılaşıyor bizimkiler. İçine iğne gizlenmiş bir ekmek parçası yüzünden kedi ölüyor, intikam zamanı. Pazardan kirpi kılı, karga kanadı, kurutulmuş bir kertenkele, otlar, doğruca yaşlı kadının evine. Büyü malzemeleri hazır, Yahudi kadının evinin önüne tohumlar bırakılınca mahalleli ayıyor ve işi kimin yaptığını bulmaya çalışıyorlar. Büyü hazırlanırken Yahudi kadının başvurduğu, başından geçenleri anlattığı gençten bir polis arıza çıkarıyor, Salam’ı kenara çekip sorgulamaya çalışıyor ama yırtıyor adam, polisle tekrar karşılaşmamayı garantilemeli. Bir zarfın içine koyduğu paraları karakola götürüp amire veriyor, genç polisi tarif ederek paranın ona verilmesini söylüyor ve kayboluyor ortadan. Polis sürgüne, mahalleli her şeyi unutunca büyü malzemeleri tekrar pazara. Mahalleliyle müptela ikili arasında büyümesi beklenen çatışma polisin başında patlayan koca bir kabağa dönüşüyor, anlatının yön değiştirmesi kusursuz, şahane bir öykü bu.
“Meclisten Biri” tam bir Bowles metni. Huzursuz ediyor, takibi zor, bağlantılar oldukça ince, sürrealist bir atmosferi var. Fez’de kuzenini ziyarete giden Ben Tacah adlı adam yürürken kaldırımda bir mektup görüyor. Üzerinde kendi adı yazılı. İki Köprülü Kahve’ye girerek mektubu okuyor: “Yer sarsılır, gök korkar ama iki göz birbirine kardeş olmaz.” Ne demek bu? Meclisten biri kahvede oturuyor, aklından geçen sözlerin anlamlarını bilmese de mektupta yazanla bir bağlantısı var o sözlerin, henüz ortaya çıkmıyor, anlatı boyunca ortaya çıkmayabilir üstelik, bu öykünün olayı nedir o zaman? Ben Tacah esrar içiyor durmadan, polislerin peşine düşeceklerini hayal ediyor, nasıl kaçar? Sokaklardan koşarak geçer, açık kapılardan birinden girer, kadının biri yemek pişirirken tencerenin içini gösterir, polislerin ayak sesleri giderek yakınlaşır, kadın ipten bir merdiven sarkıtır, Ben Tacah merdivenden tencerenin dibine iner, polisler yukarıdan dibe bakarlar ama adam kayığa atlamış, uzaklaşmıştır bile, yakalayamazlar. Çorba sıcaktır, Ben Tacah terler ama kürek çekmeyi bırakmaz, yukarıdaki ışık kalır geriye. Yaşlı kadının ne yapacağını merak etmenin, endişelenmenin gereği yoktur, zaten kahveye hiçbir polis giremez, bu yüzden içerisi dumanla doludur, herkes cıgara içmektedir, Ben Tacah da yakar bir tane, ayağa kalktığı zaman, sokağa çıkınca dünyanın değişmiş olduğunu görür. Pazar pazar gezip elbise askıları ve sandık satarak geçinir, yoksuldur, yine de ot için para bulmaya çalışır. İnsanın aklı yiter ama aklından önce burnu yiter, Ben Tacah burnunu korumak için ne yapmalı? Cebindeki mektuptan hayır gelmez, üstelik mektuba bakıp bakmadığından emin değildir, Meclisteki Biri’ne sorar. Cevaptan korkması gerek, mektuba bakmamışsa Şeytan’ın işidir bu, Şeytan etrafında dolanmaktadır, aklına mukayyet olacağından şüpheli olmasının yanında Şeytan’la baş edemeyeceğini düşünür, ödü kopar, sokakta polislerden uzak durarak yürür ve arkadaşı Mustafa’nın çalıştığı fırına gelir, fırının alevlerini görünce korkusu açığa çıkar, ateşten fırlayacak cinlerin şerrinden sakınmak için müezzinin okuduğu ezanı dinler, o sırada rüzgârın sesi annesinin sesine dönüşür, tencerenin dibine inmesini söyleyen annesi midir? Bilemez, emin olamaz, hiçbir şeyden emin değildir, mektup falan yoktur, sözcüklerin hiçbir anlamı yoktur. Ben Tacah yatağa uzanır, uykuya dalar dalmaz Meclisten Biri mektubu yürütür, yakar, Ben Tacah’ın cebindeki paraları aşırıp arazi olur, esrar satın alıp içmeye devam eder.
“Laçen’le Hıdır’ın Öyküsü” iki bağımlı arkadaşla ilgili. Plajda gördükleri bir kıza musallat olurlar, Hıdır hapse atılmaktan korktuğu için uzak durmaya çalışsa da Laçen’i engelleyemez, kızla ilişkiye girmemesi kendini geri çekebildiğini gösterir ama her zaman tutamaz kendini, öykünün sonunda başka bir kızla birlikte olup Laçen’i ortada bırakacaktır, daha var oraya gerçi. Laçen’in Hıdır’a hediye ettiği yüzükten bahsetmeli, muhtemelen kıza salça olmadığı için arkadaşına hediye vermek ister Laçen, pahalı bir yüzük. İşsizlikten bunalan Hıdır için birkaç günlük yiyecek demektir bu yüzük, güvencedir, ne ki penceresine konan bir kuşu görünce yüzüğü serçe parmağından çıkarır, kuşun boynuna geçirir, kuş uçup gidince yüzüksüz kalır. İki arkadaş arasında başlarda problem yaratmaz bu durum, sonlara doğru Laçen’in deneyi ters gittiği zaman sıkıntıya dönüşür. Laçen çok güzel bir kızla birliktedir, kızla Hıdır’ı baş başa bırakır, sadakatler sınanacaktır. En sonunda yumruğu yer, kızı ve dostunu kaybeder. “Gelişine” bir öykü bu da, öngörüye yer açmıyor.
“Beni Midar’da Esen Rüzgâr” son öykü. Beni Midar’daki kışlada askerlik yapan İdris’in keyfi görece yerine, Cabran nam komutanı her pazar İdris’in ablasını ziyaret ediyor, abla İdris’e kocaman bir yemek çıkını hazırlayıp gönderiyor, esrar da var, keyifler yerinde. Celaliler dışında bir sıkıntı yok, bu adamlar fanatik dindarlar oldukları için kendilerini kesip biçmenin yanında her an sorun yaratabilecek tipler. Ortadan kalkarlarsa, çocuklar okula giderse ecinni diye bir şey kalmayacak oralarda, Cabran’ın inancı bu yönde. Yine radikal bir değişim, bir pazar günü İdris dolaşmaya çıkmadan önce nöbetteki arkadaşının silahını kiralıyor, akşam olmadan geri getirmek şartıyla. Dağda taşta dolanmaca, taşlara sıkmaca, sonra esrar içip yabani meyve yemece. O kafayla uykuya dalıp uyandığı zaman tüfeği bulamaması facia tabii, geri döndüğü zaman tüfeğin sahibinin hapsedildiğini görüyor, korkunç bir durum. Cabran öfkeleniyor, İdris’i de hapse attırıyor, sonra gezintiye çıktığı zaman yabani meyvelerin yaprakları altında kalmış tüfeği buluyor şans eseri, rahatlıyor ama İdris’e de oyun oynamanın derdine düşüyor, asker şakası yapacak aklınca. İşler umduğu gibi gitmeyince nalları dikiyor, bir parça büyü, Celali’nin tekiyle girişilen oyun, her şey birleşip adama nalları diktiriyor. İdris’in derdi evden yemek gelmeyecek olması artık, Cabran’ın ölümüne karşı son derece kayıtsız.
Öykülerini anlatıyor biraz Bowles, Fas’taki tiryakilerin dünyasını açıklıyor. “İki dünya”dan bahsediyor tiryakiler, birinde acımasız doğa yasaları, diğerinde fiziksel evrenin ötesindeki dünya var, kaotik. “Ne var ki zeki bir tiryaki, biçimlerin çarpıtılarak bozulması sürecini öyle bir yönetebilir ki ortaya çıkan sonuçlar gündelik yaşamda kendisi için çok değerli olabilir.” (s. 11) Dünyalar arasındaki geçiş kusursuza yakınsa bir nevi hac yolculuğuna çıkıyor tiryaki, öykülerde olduğu gibi. Öyküler bu geçişlerin kurmaca halini yansıtacak biçimde kurulmuş, özellikle yapmış bunu Bowles, bazı şeyleri esrarın etkisinden çarpmış, bazılarını kendisi duymuş. Duyduklarını birkaç madde halinde sıralıyor ve öykülere nasıl dağıttığını anlatıyor mesela, birkaç maddeden dört öykü çıkardığını söylüyor. Birbirinden bağımsız sözler, olaylar öyküleşmiş, Bowles’un ilginç tekniği öyküde de oldukça başarılı. Gerçeküstücülerle takıldığı Paris günlerinde algıların dünyasından ötelere bakabilmiş, müzisyenliğinin yanında yazarlığını da geliştirmiş ve uçuşan imgeleri, insanlık hallerini bir araya getirebilmiş, pek hoş. Baskısı yok sanırım, sahaflarda bulabilirsiniz bu kitabı. Kaçırmayın, Bowles’un kendine pek has bir öykü dünyası var.
Cevap yaz