Uyumam lazım, sabah işe gideceğim. Kitaba başlasam? Başlamayayım, uyumak istiyorum. Kitaba başlamayı daha çok istiyorum, başladım. On beş yıldır günde yedi saat uyuyordum, pek az şaşardı, son bir iki yıldır altı saatlik uykuyla yetinebiliyorum, altı saat uyuyacağım. İlk sözcükler gelip geçti, sabah yedide kalkacağım. Altı saatten yemeye başladım, bırakamıyorum. Beş saat, Özakın’ın anlatıcısı öyle bir bağladı ki kitabı elimden bırakmam mümkün değil. Her koşulda, her yerde uyurum, uyudum, betonun üzerinde, ışıkların altında, gürültünün içinde, uyku çok önemli, uykum sağlıklı olmasa eminim çoktan delirirdim, uyku dünyadaki en önemli şey. Uyumasam? Gidiyor çünkü, hikâye de sardı. Sonuçta üç saate razı oldum, bütün gün zombi gibi gezdim, şu an da gözümden uyku akıyor ama şimdi anlatmalıyım bu metni, yoksa büyüsü kaçacak.
Uykumdan çaldıracak bir dünya kurmuş Özakın, kısa cümlelerle derinleşen bir anlatı dünyası. Anadolu’nun köylerinden Kanada’nın kasabalarına uzanan, karakterlerin ortak ve ayrı geçmişlerini eşeleyen, birleştirmeye çalışan, yer yer ayıran bir kurgu, mektuplarla ve farklı insanların anılarıyla genişliyor, karakterlerden biri için çok önemli olan bir sırrın söylenmemesiyle sıkıntıyı büyütüyor. Hayatı boyunca iyinin, doğrunun peşinde koşmuş bir adam ve yetişmeye çalışan ailesi, büyük yorgunluk. Anlatıcı, Mehmet’in kızı bu yorgunluktan çoktan sıyrılmış, babasını belki de son bir kez görmek istiyor. “Babam altı yıldır Kanada’da. Yetmişine merdiven dayadı. Ölümden hiç söz etmeyen yalnız bir adam. Kardeşlerim kaç kere mektup yazıp: ‘Dön, bu yaşta oralarda ne işin var?’ dediler. Babam umursamadı. Onlara keyifli hallerini gösteren renkli fotoğraflar ve birkaç satırlık mektuplar, kartpostallar yolladı.” (s. 7) Anne iki ay önce babanın adını anmadan ölünce özlem tetikleniyor, kız babasını görmek istiyor, uçağa atlayıp önce ABD’ye, oradan Kanada’ya geçiyor. Roman kahramanını belki de son kez görecek, babası önceden de yaşamının roman diye yazılabileceğini çok söylemişti ama kız şiirin peşindeydi o zaman, romana bulaşmamıştı. Gerçi anlatı zamanında da bulaşıp bulaşmadığı belli değil, yazar olduğunu çıkarsayabiliyoruz ama detaylı bilgi vermiyor, odakta baba var. Kurguda bilinçli olarak bırakılmış boşluklar var, okur dilediğince doldurabilir. “Kurguda boşluklar var” argümanı biraz da tembel okurun işiymiş gibi geliyor bana, dört başı mamur metinlerin sıkıcılığından boşluklu anlatılara sığınırım. Bakınız, onca derdin, sıkıntıyla geçen onca yılın ardından Mehmet coşkuyla karşılıyor kızını, mukabele ediyor kız da, sonraları geçmişle şimdinin arasını sıkı sıkıya doldurmakla uğraşmadan babasını anlatmaya başlıyor. Zaman çizgisi çift, Kanada ziyaretinde yaşananlarla geçmiş zamanın hikâyesi birlikte ilerliyor. Kanada günleri yaşlı bir göçmenin rutin yaşamına göz atmamızı sağlıyor, Mehmet gece bekçisi olarak çalışıyor, ıssızlığın ortasında kitap okuyarak geçiriyor zamanını, kızının yolladığı kitaplar üç dört ayda ulaşabildiği için bazı kitapları tekrar tekrar okuyor, dilini özlüyor. İngilizcesi çat pat, vefasız çocukları yüzünden tek başına yaşayan ihtiyar Alman’la ilişkisini birkaç sözcük üzerinden kurabiliyor. Toplumsal eleştiriler bildik, Batı toplumlarında dayanışma yok, komşu komşunun halinden bihaber. Mahalle kültürü yok, insanlar kişisel ilişkilerini de profesyonelce kurmaya, sürdürmeye çalışıyorlar, buna benzer bir dünya şey. Mehmet mutlu yine de, emekli olmasına şunun şurasında dört yıl kalmış, süre tamamlanınca memleketine dönecek, gönderdiği paralardan çok daha fazlasını harcayarak eşine kaloriferli bir ev satın alacak, hayali bu. Onca acı çektirdiği, hastalıklarla boğuşmasına neden olduğu kadının gönlünü almak için elinden geleni yapacağını söylüyor, umutlu ve sevinçli. Hayaller kuruyor, kızıyla paylaşıyor, bu yüzden kız ölümden söz açamıyor bir türlü, babasına annenin öldüğünü söylerse adamın üzüntüden çökeceğini anlıyor. Güzel zaman geçirmeye çalışıyorlar sadece, geziyorlar, konuşuyorlar, kız en sonda babanın sistemsiz bir şekilde düşünüp hareket ettiği için ağalar, kodamanlar karşısında yenilgiye uğradığını ve yollayacağı kuramsal kitapları okuması gerektiğini söylüyor. Baba küskün, o güne kadar yaptığı iyilikler, verdiği mücadeleler boşaymış gibi hissediyor ama hemen toparlıyor kendini, kitapları dört gözle bekleyeceğini belirtiyor. Kızın dönüşüyle anlatı sona eriyor, iyi ki de eriyor, geçmişte yaşananların ağırlığı oldukça yorucu, kısacık metin takat bırakmıyor.
Mehmet’in arkadaşları profesör, doktor, tüccar olmuşlar ama Mehmet’ten bir şey olmamış. İpin koptuğu an teşhisi hemen koyuyor anne, insanlara eyvallah demeyi, boyun eğmeyi bilmeli insan, her zaman değilse de işine geleceği zamanlarda. Mehmet’in haksızlık karşısında sustuğu görülmüş şey değil, bu yüzden ne memuriyette ne özel sektörde tutunabiliyor. Ağalıktan geliyor üstelik buraya, çocukluğunda geniş toprakların varislerinden biri olduğu sıralarda babasının yaşlı bir işçisine tokat attığı zaman aymaya başlıyor, adamın acılı bakışlarından bir şeylerin yanlış olduğunu anlıyor, değişmeye başlıyor yavaş yavaş. Topraklar kardeşlere dağıtıldığı zaman elde avuçta ne varsa satıyor ve iki kızıyla bir oğlunu okutmak için İzmir’e taşınmaya karar veriyor. Tren yolculuğunun ardından akrabalarının, dayı oğlunun yanında alıyor soluğu, İzmir’in tepelerinden birine evini dikiveriyor, derme çatma meskenlerine kavuşunca işten işe dolanmaya başlıyor Mehmet. Doğuda, memleketin yakılarında çalıştığı sıralarda kaçakçılığa göz yumdurmuyor, bu yüzden yüksek rütbeli askerlerin ve memurların hışmına uğruyor. Yakın zamanda insan kaçakçılığından tutuklanan komutanları hatırlıyorum, o bölgedeki yozlaşmış askerlerin kısa sürede zenginleşmeleri dikkat çekmiyor mu acaba, memurlarından her yıl mal beyanı isteyen devletin işlevi? Sırf meraktan hiç yapmayacağım bir şey yaptım geçen sene, beyanda hiçbir şey göstermedim. Banka hesaplarım kontrol edilse yanarım aslında ama hiçbir şey olmadı, şaşırmadım. Neyse, vekil öğretmenlik de sıkıntılı, Trakya civarında öğretmenlik yapan Mehmet’e bileniyor muhtar ve imam, adamın ayağını kaydırmaya çalışıyorlar, başarılı da oluyorlar. Evi taşlanıyor hocanın, kovalanıyor, ardından Kanada günleri geliyor, her şey bittikten sonra. Yoksullukla baş etmeye çalışıyorlar İzmir’de, kızlar yazları fabrikada çalışıp geri kalan zamanda okula gidiyorlar ama paraları olmadığı için utanıyorlar biraz. Anlatıcı otobüsten lüks bir muhitteki durakta iniyor ki bakıştığı çocuk fakir olduğunu anlamasın. Okuldaki Kızılay yardımı da bir başka yara, yoksul çocuklara dağıtılan erzak ve yemek yardımına başvurmuyor anlatıcı, zengin arkadaşından çekiniyor ama okuması lazım, ailesine bakmayı kafaya koymuş, bir yandan şiirle uğraşıyor, ince bir kız işte. En sonunda sınıf mücadelesiyle tanışıyor, sosyalizmi öğreniyor, âşık oluyor bir de. Çocuk da kendisi gibi devrimci, iyi anlaşıyorlar, okuldan sonra evlenmeye karar veriyorlar. Şiirlere ne oldu, evlendiler mi, anlatıcının yaşamında neler olup bitti, hiçbirini öğrenemiyoruz. Babanın serüveni anlatının dallanıp budaklanmasına izin vermiyor.
Kopma anı, evin satılışı. Mehmet bir gün evi satıyor, aldığı parayla kırtasiye açmaya karar veriyor ama bu kararını diğerleriyle paylaşmadığı, doğru bildiğini tek başına yaptığı için anne sinir krizi geçiriyor ve annesinin yanına dönüyor. Çocuklar yatılı okulda oldukları için krizden uzaktalar, aile çoktan parçalanmış olsa da anlatıcının babasını görmeye niyeti var, seviyor adamı. Başka kadınlar, başka işler, aslında babasını pek de tanımadığını fark ediyor kız, aralarına bu yüzden soğukluk girse de görüşmeye devam ediyorlar. Kanada sonra.
Anlatının bir iki yerinde Aysel var, anlatıcının arkadaşı. Yazar kendini karakter olarak metne yerleştirmiştir belki, yakın arkadaşının babasının hikâyesini yazacaksa şahitliğini göstermek istiyor olabilir. Feminizmin genç bir kızda doğma biçimi de ele alınmış, Özakıncı’nın yaşamından metne yansıyan bir özellik.
Şimdi uyuyabilirim, içim rahat. Denk gelirseniz mutlaka, mutlaka okuyun.
Cevap yaz