“Şölen”, yavaş yavaş yükselen muhalif seslerin nihayetinde iktidarı yerle bir etmeleriyle, liderin sorgusuz sualsiz izlenmesiyle ortaya çıkan absürt durumla ilgilidir. 1946’da, savaşın hemen ertesinde yazılmış, sürgün Gombrowicz’in durum değerlendirmesi olarak da görülebilir. Kral arşidüşesle evlenmek üzeredir, Büyük Kurul’un dilinde itirazlar dolaşır, toplantı sırasında orada bulunanlar sırayla söz isterler, sırası gelen ayağa kalkar, susar ve yerine oturur. Kral ayağa kalkar, evlilik şölenine katılmaları karşılığında bakanlarından rüşvet ister, iki yakasını bir araya getirmek için yardım ister, sessizlikle karşılaşır. Kahkahası yavaş yavaş söner, sert bir şekilde selam verenlere bakar, korkmaya başlar ve tehditler savurarak uzaklaşır. Sabahın dördünde Kurul istifa etse de aralarından en kıdemlisi Kral’ı Kral’ın içine hapsetmekten bahseder, yapmaları gereken şey budur. Kral’ın etkisi bedeninde hapsedilene kadar pasif bir direniş sergilemeye karar verirler, şölen sırasında kararlarını aynen uygularlar. Arşidüşes Kral’ı beğenmez, tiksintiyle titrer, ardından ziyafet başlar. Düşman devletin temsilcisinin bulunduğu taraftan hafif bir çınlama sesi gelmeye başladıktan sonra Kral I. Gnouillon bir parça kızarmış eti ağzına götürür, saray erkanı aynı davranışı gösterir. Kadeh kalkar, kadehler kalkar. Düşmanın bulunduğu yerden bozuk para sesi gelince Gnouillon’un açgözlülüğü ortaya çıkar, yalanması herkesi tiksindirir. Yaptığının farkına varınca küçük düştüğü için öfkelenir ve masaya vurur, iki tabak yere düşer, herkes hemen önündeki tabaklardan ikisini kırar. Yanındaki kadının boğazını sıkmaya başlayınca herkes kadınları boğmaya başlar, cinnet tırmanır, diğer öykülerde olduğu gibi tuhaflıkların nereye varacağını merak ederiz, ardından Kral kaçmaya başlar, ipini koparan diğerleri de peşinden. Bir kaçış mı bu yoksa dillere destan bir saldırı mı? Peşindekiler Kral’ın aynasıdır, Kral kendi görüntüsünden kurtulmak ister ama hükmü kesindir, gücünün yansımasından kaçamaz. “Ünlü süvari birliğinin başında olağanüstü saldıran olağanüstü Kral gecenin karanlığında olağanüstü yuvarlandı!” (s. 16) Kral’ın muadilleri diğer öykülerin tamamında var, anlatıcı veya olay örgüsünde ortaya çıkan karakterler olarak anlatının varacağı noktayı belirsizleştiriyorlar, yoğun bir sisin içinde yürümekle eş bir his yaratıyorlar okurda. Takıntılılar, tek bir bakış açısına sahipler, bu bakış açısıyla biçimlendiriyorlar kurmaca dünyayı ve diğer karakterleri. Belli bir erke, mutlak bir yetkiye sahipler, istikametlerinden çıkamıyoruz. “Avukat Kraykowski’nin Dansçısı” nam son öykü mesela, anlatıcı bir opereti otuz dördüncü kez izlemeye gider. Karakterlerin garip davranışlarından sadece biri, yanlış gemiye binenden otuz dört kez aynı şeyi izleyene, onca insanı sindirip fare korkusu sebebiyle diz çökenden saplandığı fikre takılı kalıp gerçekliği eğip bükene dek pek çok garip karakterle karşılaşıyoruz öykülerde, öz eleştiri yapamazlar, öz bilinçleri yoktur, doğrultuları sabittir. Bu öyküde anlatıcı uzun kuyruğa girmez, direkt gişeye giderek bilet ister ama iyi giyimli bir adam tarafından yakasından tutulur ve sıranın sonuna doğru itilir. Laf da yedikten sonra takıntısı başlar, kısa değinilerinde az bir ömrünün kaldığını ve elindeki bir miktar parayı bu takıntısı uğrunda harcayacağını söyler, öykülerdeki karakterlerin kendileri hakkında verdikleri bilgi bu kadardır, az, azlığı kadar önemsiz, yine de lazımdır bu bilgi, karakterleri karikatür olmaktan çıkarır. Adamımız operet çıkışında kendisini aşağılayan adamı takip eder, evini öğrenir, adını da öğrenir ve gözlemeye başlar. Avukat Kraykowski adamımızın eline düşmüştür artık, gittiği hemen her yerde adamı görür, öfkelenir, bastonuyla dövmeye kalkar ama adam zaten önünde eğilmiş, sopayı yemeyi beklemektedir. Sopa yemekle yetinmez, avukatın her gün aldığı elmalı tatlıların parasını önceden öder, sadakatsizlik için zemin hazırlar, son darbeyi avukatla en yakın arkadaşının eşi parkta sevişirlerken indirir ve avukatın kadını becerdiğini haykırır. Skandal. Avukat bu lanetten kurtulmak için uzaklara gittiği sırada anlatıcının sağlık durumu kötüleşir ve cesedinin avukata gönderilmesini vasiyet eder. Saçmayı iletişememekte değil, iletişimin kurulmaya çalışılmamasında veya yanlış kurulmasında buluruz, karakterler birbirlerine dokunurlar ama dokundukları aslında kendileridir, bütün dünyayı kendilerine çevirmişlerdir, bu yüzden toplumsal ilişkiler bir nevi aynı karakterlerden oluşan insanların benzer davranışlarından ibarettir, ilk öyküde gördüğümüz gibi. “‘Banbury’ Gemisindeki Olaylar” adlı öyküde “çeşitli kişisel nedenlerle” bir deniz yolculuğuna çıkmaya karar veren anlatıcıya tarih ve geminin adı ulaştırılır, günü geldiği zaman gemiye binmek üzere limana giden anlatıcı yanlış gemiye biner, yanlışlığın farkında değil gibidir, gemiden inmez. Avrupa’da durumun karışmaya başladığını söyler arada, niyeti sadece uzaklaşmak da olabilir, bu yüzden sorgusuz sualsiz yerleşir gemiye. Sonrası oldukça grotesk. Kaptanın ve tayfaların garip adetleri, tayfaların isyan edeceğini düşünen anlatıcının kaptanı doldurma çabaları, tayfanın can sıkıntısından göz oymaca oynamaya başlaması, delilikten hallice bir durum. Çıkan bir fırtınayla birlikte kapalı alanlardan birine sığınan anlatıcıyı üç gün boyunca kimse arayıp sormaz, anlatıcı da dışarı çıkmak istemez, böylece dış dünya tamamen yok olur, anlatıcı bir ölçüde kendi yarattığı mekanda varlığını sürdürür. Mekan değişimleri anlatıyı farklı bir yöne götürmez, karakterin çizdiği çember öykünün ta kendisidir. Anlatıcının şu sözleri Gombrowicz’in temel izleğini yankılar: “Güverteye çıkmaktan da kaçınmayı yeğliyorum, şeyi görmekten korkarak… şu ana dek belirsiz, anlaşılmaz ve pek dile getirilmeyen, tavuskuşlarının tüyleri, parlak ışıltılar arasında canının çektiği gibi yayılmakta olan şeyi. Çünkü başlangıçtan beri her şey bana aitti, bense her şeye tıpatıp benziyordum —dış, için yansıdığı bir aynadır.” (s. 75)
“Sıçan”a bakıyorum, Houligan adıyla herkesçe tanınan bir eşkıya millete kök söktürür, bet sesiyle dağa taşa haykırır, sevdiği Maria için şarkılar söyler, herkesi rahatsız eder ama kimse sesini çıkaramaz, adamdan ölesiye korkarlar. Scorabbini nam hakim bu durumdan son derece sıkılır, katakulliye getirip Houligan’ı yakalar ve adamı “kırmaya” çalışır ama başarılı olamaz, yediği onca küfürden bıkmadan direnci yok etmenin yollarını arar. Şans eseri bulur, Houligan fareden çok korkmaktadır, tutulduğu hücreye giren fareyi görünce nutku tutulur, delirecek gibi olur, on bir yıllık tutsaklığının bir bölümü fareden kaçınmaya çalışarak geçer. Şansın yüzüne güldüğü gün Scorabbini’nin beynini dağıtır ve özgürlüğüne kavuşur, Maria’yı görmek üzere yola düşer ve sevdiği kadını bulur nihayet, Maria derin bir uykudayken izlendiğini bilmez. Ağzına girmek üzere olan fareden de haberdar değildir haliyle, Houligan fareyi uzaklaştırmak için hiçbir şey yapamaz, hayvanın Maria’ya tebelleş olup kadının ağzına girmesiyle de yıllardır adını haykırdığı kadından o an soğur, ardına bakmadan gider. Ömer Seyfettin’in benzer bir öyküsü vardı, sevdiği kadının davranışlarını maymunların davranışlarına benzeten adam kadını terk ediyordu en sonunda. Bağdaştırmalar öznellikle kuruluyor, doğruluk payınca aradaki bağları koparabiliyor, bu durumda aşk gibi derin bağlılıklar oluşturan kimyasal patlamaların önemini sorgular hale geliyoruz. Aşkın sona ermesi idealize kimlikten ayrışan nesnenin albenisini kaybetmesiyle gerçekleşiyor, ideal olanı ve idealleştirmeyi düşünüyoruz bu durumda, ömürleri nedir? Gombrowicz’e göre dünyanın kendisi aşk için bir sondur, aşk bilinçten bağımsız bir dünya kadar vardır.
Pek çok öykü kaldı geriye, her birini dikkatle okumak gerek, Gombrowicz’in öyküleri nasıl kurduğunu anlarsak öykünün daha önce pek görmediğimiz yüzlerinden birini görmüş oluruz. Düşünüyorum, sanırım bu öykülere en yakın metin Avunamayanlar ama bu bile uzak, bilemiyorum. Benzer müphemlik, benzer gariplik, Gombrowicz çok çok daha karanlık tabii. Mutlaka okunmalı.
Cevap yaz