Felski bir manifesto/gayri-manifesto sunuyor okuruna. Estetik veçheler, kuramlar, disiplinler okurun metinle kurduğu sayısız, rengârenk bağı dizginleyemez, sanatla kurduğumuz şahsi ve muhterem bağlarımız, en başta kitap okumaya yönlenmemize yol açan o parıltı söndürülemez. Evet. Kanonlar neyi okuyup neyi okumayacağımızı dikte ediyor, tercih hakkımızı yönlendiriyor, medya ve kamusal hayatın bilgisinin yanında belirli değer yargıları metinlere yaklaşımımızı belirliyor, Felski’ye göre okurun yanında eleştirmen de bu güdümden korumalı kendini. Eve Sedgwick’in “kuşku yorumbilgisi” hakkındaki sözlerini değerlendiriyor Felski, bu eğilime göre eleştirmen sürekli tetikte olmalı, pimpirikli bir okumayla metni kurcalamalı. Selahattin Özpalabıyıklar’ın “kör okuma” dediği şeye benziyor bu, düzeltmenler metni okurken sadece işlerine odaklanıp anlatının seyrine odaklanmadıkları gibi eleştirmenler de belli başlı odaklara yoğunlaşıp entelektüel uğraşlar ediniyorlar. Aklı olan lisansüstü öğrencilerinin bilmişlik ve safdillik arasından ilkini seçeceklerini belirtiyor Felski, yanlış ikilikten ilki akademide genel geçer temayül, kupkuru metin demek. Bu manifesto bir yandan Sedgwick’in deyişiyle “estetikleştirici, savunmacı, anti-entelektüalist veya gerici” konumları ilga edici, okumak için nedenlerimiz var, dilediğimizce okuruz. Edebiyatın biricikliğinin içinde şaşırma, dehşete düşme, sevinme, üzülme, gözden iki damla yaş akıtma gibi insanca, son derece insanca eylemlere çıkan yollar vardır, Decameron‘un feminist okumasının yanında uçkuruna düşkün rahiplerin düştükleri hallerinin makaraya alınması edebiyatın “iktidarını” zedeler, aksi halde kuram, ideolojik okuma dışında bırakılan her şey homojenleşir ve gözden uzak tutulur. İdeoloji kavramını yönelen eleştirmenlere de dokunduruyor Felski, bir metnin daima daha büyük bir şeyin parçası olduğu fikrinden yola çıkmanın edebiyatın edebiyat olmayanla ilişkisinin ele alınması açısından faydalı, sanat eserini ikincil veya gereksiz kılması açısındansa “o kadar da isabetli olmayan” çıkarımlarından ötürü zararlıdır. “Edebiyatı ideoloji diye tanımlamak, edebiyat eserlerinin, bilgi nesnesi olabilseler bile asla bilgiye kaynaklık edemeyeceklerine peşinen hükmetmek demektir. Bir edebiyat metninin bir teori kadar ya da ondan daha fazla bilgi barındırabileceği ihtimalini kabul etmemek anlamına gelir bu.” (s. 16) Kısacası eleştirinin heterojenliğe doğru evrilmesi gerektiğini düşünüyor Felski, metinlere bağlanma biçimlerimizin estetik değerle birlikte ele alınabileceğini düşünüyor. Tarihsellik, toplumsallık gibi yaklaşımların metni ne ölçüde açımladığına değiniyor ve niyetini belirtiyor: “Edebiyat teorisini harcıâlem bilgiyle boy ölçüştürmek yerine, ikisi arasında daha sağlam köprüler kurma ümidindeyim.” (s. 23) Sıradan okuma dürtüleri de edebiyat araştırmalarında yer almalı. Sıradanlığın popülist bir savunusu yok bu metinde, iki kutbun, duygusal ve bilişsel parametrelerin nasıl ortaklaştığının izahını arıyoruz. Fenomenolojik bir arayış, “şeylerin kendisine dönmek” anlamı ilk elden, metinden edinmek ve daha da önemlisi edindiğimiz anlamı değerli bulmak önemli.
Değeri dört bölümde arıyor Felski, okurun hislerinden yola çıkarak dört temel edimi inceliyor, ilki “Tanıma”. İnsanın bir kitapta kendini bulması, belki yankısını duyması bu başlıkta. Geçmişe ve geleceğe dönük tanımalarda kurmaca karakterlerin zaman çizgisi üzerinde yavaş yavaş belirlenmeleri veya anlatıdan silinmeleri “dışsallık ve içsellik” bağlamında ortaya çıkıyor, dışımızdaki dünyanın/kurmacanın ne ölçüde bize dair olduğu benliğin yapısıyla ve kimlik arayışının kristalleşmesiyle ilgili. “Doğaçlama öznellik” anlatının her yerinde deneyimlenebilir, bunda kendimizi başkalarının fikirleriyle inşa etmemiz kadar yapıya bir ek olarak görülen metin de önemli. Bu fikirlerin yanında Felski’nin diyalektik endişesini de anmak gerekir: “Kişinin bir edebiyat eserini kendi ikilemlerinin ve yaşadığı kişisel güçlüklerin alegorisi olarak okumasında fena halde çıkarcı bir yan yok mudur? Metinleri kendi aynamıza dönüştürmeye başlayınca, sanatın alanını önemsizleştirme ve sınırlandırma gibi bir risk belirmez mi?” (s. 41) Eleştirmenler tanımaya tepki gösterirlerken “narsisist bir kendini kopyalama” görüşünde birleşiyorlar, bu noktada Lacan’ın ve Althusser’in yansıma ve kendini özne olarak tanıma kavramları üzerinden tanımlanan okur-metin ilişkisini benlik kurguları açısından sorgulamak gerektiğini söylüyor Felski, yanlış tanımanın gayet olası olduğunu belirtir. Ayırt edilebilir, incelenebilir bir durum, okuma ediminde kişisel aydınlanmaya yol açan tanıma biçimi siyaset ve tarih gibi pek çok açıdan doğabilen tanımadan farklıdır, kuşku bu farkı ortaya çıkarır ve daha da önemlisi belli bir ölçüde yanlış tanıma gereklidir. “Özbilinç, yani kişinin kendini kendi düşüncesinin nesnesi kılabilmesi ancak benliğin ötekilikle karşılaşmasıyla mümkün hale gelir.” (s. 45) Tanıma bir uzlaşma değildir, akışkandır ve her metinde farklı biçimlerde ortaya çıkar. Anlık durumlar da farklı tanımalara yol açabilir, iletişim pek çok parametreyle biçimlenir, böylece sayısız anlam doğar. Bunlardan biri okumanın yalnızlığı ortadan kaldırmasıdır ki düşününce yazmanın en temel etkisi budur belki, dünyada yalnız olmadığımı hissetmek için okuyorum ve yazıyorum sanırım. “Öz-yoğunlaşma” ve “öz-genişleme” diyor Felski, bunlar toplumsal hareketlere ivme kazandırdıkları gibi bireyin inşasını da sağlar. Metinler eleştirmenlerin iddia ettiği gibi insanlığın değişmez duygularını, durumlarını içermez, değişkenliği taşır, yeni görme biçimleri verir, bazen de kör noktalarımızı açığa çıkarır.
İkinci bölüm “Büyülenme”. Bir güçsüzlük haliyle birlikte büyülenme başlıyor, yakın okumaya geçiş ânıyla. Don Quijote bu açıdan bir ilk, kurmaca eserlerin tehlikelerini teşhis etmemizi ve bu eylemi deva olarak sunan romanların ilki. Vecd halini doğuruyor, gerçekdışı dünyalara götürüyor okuru. Defoe’nun vebayla ilgili, çok ses getiren metninden Woolf’un metinlerine kadar gelen süreçte kılı kırk yaran bir dikkatle okuyabiliriz, bunun yanında yoksul bir işçinin yaşamı da benzer şekilde etkileyecektir bizi, yakın okuma için gereken edebiyat eğitiminin yanında popüler eğlence ürünlerine eğilmenin talepsizliği, okurdan sadece okumasını beklemesi aynı imgeye ulaşıyor, büyüye. Metnin gizemini adım adım çözmek Lyotard’ın da değindiği bir mesele, eleştirmenler de büyülenir ve diledikleri kadar kör olamazlar, çözümlemek için bir parça büyülenmek gereklidir. “Yapılması gereken ise, edebiyat ve sinemada örneğine sıkça rastlanan ama teoride sürekli yahut olumlu bir ilgiye layık görülmeyen bir estetik kapılma hali için daha sağlam bir dayanak bulma çabasına girmektir.” (s. 72) Büyülenme bir çeşit mestlik, Brecht’in eleştirilerine bakarsak gevşemenin ve bitkinleşmenin sebebi, eylemsizliğin de. Epik tiyatroda seyirci hipnozvari bir hale geçmemeli, düşünmeyi elden bırakmamalı. Büyülenme eleştirinin antitezi gibi görünüyor, birçok eleştirmen bu görüşte, yine de metin karşısında nesneleşmeden belli bir farkındalığı sürdürmek mümkün. Mutlak bir anlamın peşinden bilinçli bir şekilde gidebiliriz, bu şekilde yazarın üslubunun niteliklerini de izlenceye katarak okuma deneyimimizi zenginleştirebiliriz. Felski “üslubun ayartısına kapılma olasılığının ihmalinden” bahsetse de geniş bir perspektife sahip okur için büyülenmenin yanında anlatının unsurları varlığını sürdürür gibi geliyor bana. Bernhard’ın sarmalları, Woolf’un bilinçleri belli bir anlam örüntüsüne sahip, ucundan tuttuktan sonra üslubun büyüsünden de bahsedebiliriz gibi geliyor bana.
“Bilgi” ve “Şok” bölümleriyle birlikte noktayı koyuyor Felski. Pek çok eleştirmenin, kuramcının ve yazarın metinlerine değiniyor, eleştiri ekollerini dört başlıkla tokuşturarak okurun kimliğini, niyetini ve okuma sırasında patlayan havaifişekleri açıklıyor. Moretti’nin metniyle kafa kafaya bir zorluğu var ama Jameson’ın yanından geçemez. Hasılı, Metis’in eleştiri serisi müthiş.
Cevap yaz