Yılmaz’ın ilk kitabı, sekiz öykü. İlki “Adamın Köpeği”. Anlatıcı ve Punto avda, koyu renkli yaprakların gölgesinde giz, ormana dadanan canavarı bekleyiş. Öykünün adına bakınca Punto’dan bahsedildiğini düşünebiliriz, belki canavar tarafından kapılacak köpeğin ardından duyulan üzüntüye dairdir bu öykü, belki Anadolu’da canavar olarak görülmeye meyilli kurtların, yaban domuzlarının yarattığı dehşete dairdir, başlık çok sayıda ihtimal vadediyor ama öykünün çizgisi üzerinde ansızın ortaya çıkan piki düşününce sürprizi mahvediyor ne yazık ki. Canavardan devam, yavrularıyla birlikte ortaya çıkıyor, anlatıcı tetiği çekiyor ama vuramıyor, yağmur başlıyor, bir koşu kulübeye. Anlatıcının ailesi uzaklarda, engin bir özgürlüğün bedeli olarak geride bırakılmış, anlatıcı özgürlüğünü elde etmek için çok şeyi feda ettiğini söylüyor. “Hep bildiğim, kendime itiraf etmek istemediğim hakikati kabul etmeliyim; buraya gelmekle başardığım tek şey hayatta olmam ya da olmamamın artık sadece beni ilgilendirmesi.” (s. 13) Doğanın kalbinde yalnız bir insan, anlatı bireyselliğin çizgisinde ilerleyecek gibi dururken gecenin bir körü saldırıya uğrayan Punto’nun cansız bedeniyle karşılaşan anlatıcı, Barba’nın mekanına giderek kadroyu genişletmeye başlıyor. Barba’nın önerisi aynı dertten mustariplerin yardımına başvurmak, canavarı öldürmek isteyenlerden bir grup oluşturmaya çalışıyor, yaşlılardan biri genç bir çobanı ve emekli bir komutanı salık veriyor. Anlatıcı komutana gidiyor, kapıyı açan suratsız, yaşlı kadının getirdiği çay eşliğinde komutanla konuşuyor. İkna ediyor adamı, evine dönecekken bahçedeki köpek kulübesini görüyor. Ucu boş bir zincir kulübenin önünde duruyor. Anlatıcı, köpeklerin her şeyden önce özgürlüğe ihtiyaç duyduklarını söylüyor. Devamı: “Yüzüme bir kez daha gülümsedi, yapay olduğunu saklamaya gerek duymadığı korkunç bir gülümsemesi var, Sizin tanıdığınız köpekler için geçerli olabilir bu, benimkiler başka hikâye.” (s. 18) Pik bu, okur okumaz yana not düşmüşüm: “Canavar?” Anlatı suratsız kadının açıklamasıyla büyük ölçüde sonlandığında anlaşılıyor, evet, canavar o. Yöreden iki genç, komutan ve anlatıcı dörtlüsünün avlandıkları bölüm, anlatıcının verdiği ödünün yansımaları, eve dönüş fikri çok hoş, öykü iyi kurulmuş ama omurgayı oluşturan gizemin kolaylıkla öngörülebilmesi, komutanın ve canavarının öyküye aykırılığı iyi bir kurgunun verdiği tatmini yavanlaştırıyor. Kitaptaki öykülerin en zayıfı diyeceğim, altı öykü çıtayı o kadar yükseğe çıkarıyor ki “Adamın Köpeği” ortalamanın uzağına düşüyor.
“Çok Güzel Olmayan Öyküler”, yaşamın biriktirdiklerinin önce kir, yağ, ter olarak ortaya çıktığı, ardından anlatıcının parça parça dokuduğu geçmişin dökümüne, şimdide kurulmasına dönüştüğü bir öyküdür. Aslında öykünün daha en başında Yılmaz’ın öykülerindeki temel izleğin ipucunu buluruz, anlatıcı biriktirdiklerinden kurtulmayı neden tercih etmediğini anlatırken ekler: “Yine de soranlara gerçeği söylemek yerine belli belirsiz bir inançtan söz etmeyi tercih ediyorum. Bu bir inanç meselesi ya da ilke, diyorum, böyle olmayı ben seçmedim, böyle birine dönüşmekten başka çare yoktu.” (s. 26) Okur olarak soruyoruz, öykünün/anlatıcının/yazarın gerçeğini merak ediyoruz ve hikâyelerden çıkarmaya çalışıyoruz, talibiz bu gerçeğe. Anlatıcının “belli belirsiz inancı” hikâyelerin bir arada tutulma çabasından kaynaklanıyor. Bizi “Biz” Yapan Hikâyeler‘i hatırlıyorum, gerçeklik hikâyelerimizin belli bir örüntüyle bir araya getirilmesiyle ortaya çıkıyor, benliğimiz/anlatıcının benliği bu çabanın ürünü. Bazı parçalar bilinçaltının -bilinçaltı da hikâyelerden bağımsız olmayan bir yapı, kavram, düşününce- boşluğunda kayboluyor, bazıları kasıtlı bir unutma uğraşının -unutmak da bir uğraş, kasıtlı hatırlamak, unutulmak istenene maruz kalmak kumlara yazılmış harflerin her bir dalgayla yavaş yavaş silinmesini andırıyor- sonucunda silikleşiyor ve diğer parçalarla bir araya getirilemeyecek kadar güdükleşiyor, elde çarpıtılan, yanlış hatırlanan, hiç hatırlanmayan bir hakikat kalıyor böylece. Yılmaz’ın karakterleri hikâyelerini anlatıyorlar, bir hikâye anlatıcısı öznelliğini katmadan nasıl anlatırsa öyle. Tam bir kopma da yok, serbest dolaylı anlatıcının karakterin sesini ödünç aldığı öykülerde görüyoruz bunu, dışarıdan gelen sesin karakterlerle oldukça uyumlu olduğunu görebiliyoruz. Bu tür bir anlatım tekniğinde anlatıcı mecbur olduğu, istediği kadarını anlatıyor, hikâyesi kadarını, belki hikâyesinin yettiğini. Belli bir zaman aralığında yaşananlar bütün zamanları kapsıyor, geçmişin döküntüleri ve geleceğin belli belirsiz hayali tek bir anda, anlatıcının hikâyelerini kurduğu anda yoğunlaşıyor. Bu öyküde anlatıcının Derya’yı “stalk”ladığını görüyoruz, kızın paylaşımları adamı güldürüyor, bunun yanında Derya’nın gösteri yapacağını öğrenen adam kızı izlemeye gidiyor. Kızın arkadaşı, anlatıcının “pipisiz” diye andığı adam anlatıcının adını öğrenince yorumlarda gördüğü adamın karşısında olduğunu anlıyor, etkileşimin derecesi de yavaş yavaş ortaya çıkıyor böylece. Üçü bir araya gelerek sohbet ediyorlar, anlatıcı dile getirmek istediklerini hikâyeler anlatarak aktarmaya çalışıyor, Derya’yı iyi tanıdığını okura ima ettikten sonra Derya’nın bir şeyleri hatırlamaması için belki, belki de inancını tamamen ortaya dökmemek için. Derya’nın şu sözü kendisinin de anlatıcıyı hatırladığını gösteriyor olabilir: “Uydurma yeteneğin olduğunu bilmiyordum, dedim. İster inan ister inanma, dedi, seninkinden güzel.” (s. 41) Kısa bir süre önce anlatıcının anlattığı hikâye için söylenmiş olabilir bu söz, finalde ortaya çıkan ortak geçmişlerinin bağlamında da söylenmiş olabilir, Yılmaz’ın öykülerinin anlamları çoğaltılabilecek kadar serbest, üslup buna çok müsait. Anlatıların sonlarıysa mutlak bir biçimde açık, yorumlamaya izin vermeyecek ölçüde. Bu öykü de sıkı kurulmuşsa da sonuyla tatminsizlik yaratan bir öykü, karakterlerin birbirlerini tanımaları öykünün başından beri süregelen müphemlik havasını, belirsizliğin gizem dolu heyecanı ansızın yok oluyor, hızlıca sonlanan bir çözülüşe sahip olduğu için.
Kalan altı öykü biçemleri ve izlekleriyle kusursuz bir konsept yaratıyor. İletişimi “tüketmiş” insanlar bir arada yaşama sanatını sürdüremedikleri için yollar ayrılıyor veya çoktan ayrılmış, yitenin andacı olarak anlatıcının peşinden geliyor. Ölümle sonlanan ilişkiler müstesna, bu durumda da nesnelere yüklenen anlamlar kaybın yoğunluğunun sürmesini sağlıyor. Barış Bıçakçı’nın sıkı sıkıya kapatılmış musluğu baba imgesini nasıl canlandırıyorsa bu öykülerde karakterlerin birlikte baktıkları manzaralar, camlarının önündeki iskeleler vs. aynı işlevi görüyor. Şeyleri birbirine oldukça başarılı bir şekilde bağlıyor Yılmaz, bilincin pırıltılı anlarının kayıtları hikâyeleri oluşturduğu gibi gerçekliğin/hikâyelerin dağılmadan bir arada durmalarını da sağlıyor. Bunun yanında “İşe Yaramanın Onca Hali” nam son anlatı bu tür bir yapının yanında çok parçalılığın anlatıyı ne ölçüde genişletebileceğinin örneğini oluşturması açısından oldukça önemli. Bakmaya üşendim, sanırım kitaptaki en uzun anlatı bu, biraz daha uzasa novella olarak da görülebilirdi. Ben biraz duygusal bir bağ kurdum bu anlatıyla, zira anlatım tekniği basılması için uğraştığım anlatınınkiyle tamamen aynı. Başlık koymadım ben anlatı parçalarına, tek fark bu sanırım, bir de daha oyunlu, taklalı bir üslup kullandım. Neyse, anlatıcının mezun olmasıyla başlayan ilk parçadan sonra zaman çizgisi üzerinde zıplamalarla ilerleriz, iş dünyasının alengirli ortamında var olmaya çalışan anlatıcı bir yandan da arkadaşlarıyla, ailesiyle zaman zaman sıkıntılarla bezenen ilişkilerini sürdürmeye çalışır. Yıllar geçer, her bir parçada anlatıcının yaşama yavaş yavaş uyum sağladığını, sonra bu uyumun yer yer ortadan kaybolduğunu görürüz. Anlatıcının yazma isteği tutulamamış bir söz gibi çıkar ortaya, huzursuzluğun kaynaklarından biridir bu, şiir yazmak isteyen karakterin olduğu öyküdeki gibi. Gündelik akışın içinde geçiveren yıllardan sonra anlatıcının itirafıyla, yaşadıklarını anlamlandırma çabasıyla sona erer anlatı: “Öfkeli olmaya hakkım yok, kimseyi suçlamaya da. İçine düştüğüm sıkıcı melankoli benim değil. Bana ait bir şey olsun istemedim, başkası ne yapıyorsa onu taklit ettim. Ne gördümse yakınımdakilere onu sundum. Bu bir oyunsa eğer ya da yürüyüş ya da macera ya da kördüğüm, pek de gülünç olmayan bir muamma, ortasında yoldan çıktım. Ne kendime ne karıma, oğluma vaat ettiğim buydu. O ben değildim, şimdi ne olduysam o da ben değilim.” (s. 191) Bu kısmı da diğer öykülerdeki karakterlerin çoğuna denkleyebiliriz, özellikle aileleri dağılanlara.
Uzun bir zamandan sonra yerli, yeni edebiyattan keyif aldım, Yılmaz’ın öykülerini okuyunuz.
Cevap yaz