“İlk Yapıtları” serisinden, Ümit Ünal’ın ilk kitabı. Sonra yine Oğlak’tan Kuyruk, yakın zamanda da Everest’ten Bana Göre Kıyamet nam kitapları çıktı. Denk gelince bunları kaçırmam, Ünal’ın senaristliği, yönetmenliği kadar yazarlığı da çok başarılı çünkü. Kendi gerçekliğiyle harmanladığı bir kurmaca dünyası var, anlatı sürecinde uçlar, çıkıntılar sunan kurgunun hayallerden, rüyalardan doğduğunu seziyoruz, kurgusal gerçekliğe dönüş teklemiyor, hoş. Biçimsel arayışlar da yapıya tam oturuyor, “Voce Alto Ubriaco” bunun iyi bir örneği. Sarhoş birinin bar muhabbeti gibi başlıyor, kesik cümleler dizeler gibi sıralanmış, anlatıcının bilinciyle anlatım tekniği birleşmiş, yine hoş. Bar kapanacak ama ikisi kalmış işte, anlatan adamla dinleyen adam/kadın. Barmen bir iki servisten sonra bir köşede uyuklamaya başlıyor, arkada Tom Waits çalıyor, bir hikâye anlatılacaksa tam yeri ve zamanı. Keyes, hakikat-sonrasıyla ilgili kitabında dünyanın en büyük yalanlarının ve gerçeklerinin bekleme salonlarında, kuyruklarda ve barlarda söylendiğini anlatıyordu, bu öyküde güvenilmez bir anlatıcıyla karşı karşıyayız. Dinleyen belki bir biz varız üstelik, anlatıcının söyledikleri üzerinden muhatabın birtakım sorulara cevap verdiğini anlıyoruz ama hikâyeye girdikçe hiçbir tepki gelmiyor dinleyenden. Loş bir ortam, müzik, kendi kendine konuşan bir adam. Orhan’ı anlatıyor, yazar arkadaşını. Yatılı okulda tanışmışlar, Orhan birkaç dönem büyük, anlatıcıyı -Erkmen’i- bir gün yatakhanede dayak yemekten kurtarmış. Dostlukları başlamış böylece, Alev ortaya çıkana kadar eğlenmişler, içmişler, sevişmişler, sonra birbirlerine düşmüşler. Orhan badakmış biraz, ağzı iyi laf yaparmış ama kadınlarla şansı yaver gitmezmiş, Erkmen de yakışıklı piçin teki olduğundan Orhan’ın hoşlandığı kızları “götürürmüş” bir güzel. Erkmen işini gücünü tutmuş, akademiye girmiş, New York’tu, Paris’ti derken gezmiş bir güzel, Orhan’sa mimarlıktan sonra tarih okumaya kalkmış, sonra yazar olmuş, birkaç kitabı var. Alev’le Orhan tanışıyor önce, orta üçteyken. Dandik bir kızmış Alev, yarım yamalak bilgisiyle caka satmaya çalışırmış, bir de kurtlara takıkmış. Gecenin bir körü ortalıkta kurtların dolaştığını söyleyip ulumalarından korkar, durduk yere deli gibi olurmuş. Orhan’la sevişememişler bu yüzden, sonra Orhan mimarlık okumak için Ankara’ya gidince bağlantı kesilmiş uzunca bir süre. Erkmen yazlık bir yerde rastlamış Alev’e, sevişmişler. Sıradan şeyler. Alev de üniversiteye girince iyice konuşmaz olmuşlar, Orhan’la ara sıra mektuplaşıyorlar, o kadar. Yıllar sonra İstanbul’a dönen Erkmen eski arkadaşına rastlamış, Orhan eşinden ayrıldıktan sonra yalnız yaşıyormuş, iyi durumda değilmiş. Cihangir’deki evine çağırmış Erkmen, birlikte yaşamayı teklif etmiş. Yine eskisi gibi dostluk, sohbet, muhabbet. Alev ortaya çıkana kadar tabii. Bayağı yangınlı, dövüşlü bir gece geçirene kadar üçü birlikte yaşıyor, Erkmen’le Alev’in sevişirken çıkardıkları seslere katlanamadığı bir gün kıyamet kopuyor. Yaşananları bir romanında yazmış Orhan, Erkmen kitabı çıkarıp o bölümleri okuyor, bir yandan Orhan’ın kurguladığı kısımları anlatıyor, gerçek başka. Bu kurgu içinde kurgu-gerçek olayı güzel, anlatılan hikâye iyi, iki erkeğin dostlukla karışık nefret ilişkisi ve Alev’in çocukken tecavüze uğramasıyla savunma mekanizmasının uydurduğu kurtlar iyi buluşlar.
Her uzun öyküden sonra kısacık bir öykü geliyor, “Gece Misafirleri” böyle kısa, Ünal’ın 1980’lerin ortalarında, yirmili yaşlarının başında yazdığı öykülerden biri. Küçükken gidilen misafirliklerde yetişkinlerin ulaşılamayan, gizemli dünyalarına ulaşmakla ilgili. Sır çözülünce büyüklerin dünyasına atılan adımın çocukluk adımından hiçbir farkının olmadığı görülüyor, yetişkinlik de bir çocuk oyunu. “Adsız’ın Ses Kuşağından” yine kısa, ansızın büyümekle ilgili. Kimlik değişiminden sonra anlatıcının varlığını koruması ismini tekrarlamaya indirgeniyor: “Bugün 12 Ekim 1983. Benim adım, Ümit Ünal.” (s. 146) Tarihin bir noktasında bir ad, soyad, var olmanın kanıtı.
Kitaba adını veren öykü aralarında en güzeli, başarılısı. Berger’den bir alıntıyla başlıyor, Fitzgerald ve Armstrong’un düetiyle sesi belirleniyor, “Summertime” eşliğinde bir yolculuğa çıkıyoruz. İzmir’deki sinema okulunu bitirdikten sonra İstanbul’a gelen anlatıcı, yazı çizi işleriyle uğraşırken Rumeli Hisarı otobüs durağında 11-12 yaşlarında bir kız görüyor, Lolita‘nın duygusal zeminine oturtuyor kendini, aşkını anlatıyor. Yukarıdaki kolejde okuyor kız muhtemelen, defalarca karşılaşıyorlar, bakışıyorlar, bu. Anlatıcının askerlik zamanı geliyor sonra, bir gece arkadaşlarıyla zom olduktan sonra otobüse binmek için yazıhaneye gidiyor, kız ve kızın dadısı da orada. Muhabbeti kız açıyor, kısa bir süre konuşuyorlar, dadı gelip kızı uzaklaştırıyor ve her şey bitiyor, anlatıcı Alice’i tanıdığına memnun, kaybettiğine üzgün, zira bir daha karşılaşmayacaklar. Aynanın ötesine geçecek kız, anlatıcı kendi dünyasında yaşamayı sürdürecek. Kabuslarla dolu bir dünya. Aynı otobüse biniyorlar, Samsun’da çalışan asker babayı görmeye giden kız ve dadı arkalarda uykuya dalıyorlar, anlatıcı da uyuyor ama sarhoşluğunun da etkisiyle korkunç rüyalar görüyor. Yola çıkmadan önce eline çizdiği göz bir “hikâye anlatıcısı” olduğu anlamına geliyor, rüyasındaki korkunç adamlar bütün anlatıcıları öldürmek istedikleri için bizimkine de musallat oluyorlar, işin içine Alice de karışıyor, düğüm iyice pekleniyor. Kitabın arka kapağında Ümit Ünal’ı elindeki gözle görebiliyoruz bu arada, hoş bir fotoğrafı var. Yitirmekle, aşkla ve korkuyla ilgili hoş bir öykü. Ardından gelen “Gelincik”i bağlantılı olarak okuyabilir miyiz, okuruz sanırım. Anlatıcı asker, Karadeniz’in bir kıyısında, küçücük bir yerde. “Gelincik” nam kızıl saçlı, beyaz tenli bir askerle karşılaşıyor, Gelincik hakkındaki dedikoduları duyunca adama doğru çekildiğini hissediyor. Nöbetlerden birinde uyumamak için düdüğünü öttürüyor, ardından hemen sonra düş görüyor. Bence düş, penisinin kopması gerçek değil. Gelincik sandığı bir asker yanına geliyor, diz çöküyor, fermuarı aralıyor ve oral sekse başlıyor. Hayal kırıklığı ve belki de bilinçaltında bir ceza olarak beliren penis kopması işte, ertesi gün birbirlerine kaçamak bakışlar atmayı bırakıp tanıştıklarında kabuslara yer kalmıyor artık, iyi anlaşıyorlar, kriz anlarından birinde terörle mücadele gereği asker sayısı artınca koğuşta aynı yatağa uzanıyorlar. Bu bölümde yine kesik, kısa ve bol aralıklı cümleler kullanmış Ünal, tansiyonu artırmak için güzel teknik. Yine hayal kırıklığı, aktif-pasif olarak uyuşamıyorlar ne yazık ki, sonrasında bir daha konuşmuyorlar, askerlik bittikten sonra da birbirlerini görmüyorlar. Eşcinsel uyumsuzluğu askerlikle bağlamak çok hoş bir fikir, çok iyi öykü bu.
“Çöl” de yine cinsel kimlikler etrafında biçimlenen bir öykü, çölün sınırına kurulu bir şehirde yaşayan insanların hikâyesini taşıyor. Epigraf olarak Bowles’tan bir alıntı kullanılmış, mekanı Bowles’unkilere yaklaştırabiliriz. Bu öyküde de ilk aşkın yitirilmesinden doğan yıkıntılar mevcut, anlatıcı ilk aşkına kavuşamadıktan sonra eşcinsel ilişki yaşadığı adamın vasıtasıyla para kazanmaya başlıyor, kıyafet tasarlayıp satarak iyi para kazanıyor, sonra şehrin zenginlerinden birinin kızıyla yakınlaşıyor. Kız hamile kaldığında çocuğu aldırmaya gidiyorlar, tabii kızın ruhu da çocukla birlikte kayboluyor, acısı çok büyük. Kızın babası yasaklar koyuyor, anlatıcıyla görüşemiyorlar, ancak mektuplarla iletişim kurabiliyorlar, o da bir yere kadar tabii. Hüzünlü bir öykü, Ünal’ın çoğu öyküsü gibi.
En sonda Ünal esinlendiği isimleri sayıyor, İsmet Özel’den Ece Ayhan’a, Melih Cevdet Anday’dan J. L. Borges’e pek şair, yazar, çizer var. Öykülerin içinde yakalayabiliyorsunuz gerçi, yine de haritanın verilmesi yakalayamayanlar için iyi. Öyküler de iyi, bulursanız alın bu kitabı.
Cevap yaz