En iyi öykü en sonda, “Sayın D1 Blok sakinleri”. En iyi örneği Ballard’ın Gökdelen‘idir herhalde, göğe yükselen beton hiyerarşisi. Bu öyküde anlatıcı, üst kattakilerin yedikleri herzeleri bir bir sıralıyor. İyi sıkılmamış battaniyeler, elbiseler camlarda sıkılınca damlayan sular. Kilimler, halılar silkelenince aşağı dökülen kırıntılar, yeterince hızlı atılmamış izmaritler, çarşaflardan dökülen sperm kırıntıları, ortalığa saçılan DNA’lar, balkonda yapılan konuşmalardaki yalanlar, dalkavukluklar, aşağı düşen ve alınmayan çoraplar, donlar, büyük bir gürültüyle inen boklar ve çişler, intihardan kalan beden, üsttekilerin aşağıdakine reva gördüğü her şey. Bir dinamitin her şeyi çözeceğini söylüyor anlatıcı, binadaki herkesin ayağını denk almasını söylüyor ve yazıp kapıların altından attığı metni bir uyarı olarak görmelerini istiyor. Biçim iyi, arka arkaya sıralanan nefret objeleri iyi, son da iyi. Kitaptan hatırlamaya değer tek öykü bu olsa gerek. “Soğuk ama girince alışıyor insan”, Öğünç’ün tipik öykü formatının bir örneği. Bir mekân, insanlar, konuşulanlar, hissedilenler, bir veya birkaç karakterin gözünden insanlık halleri., araya bir iki toplumsal problem, şablon tamam. Eşiyle birlikte tatil yapan bir kadının sahildeki bir gününe odaklanıyoruz, beş yıl ara verdikten sonra işe dönmenin zorluğu sezdiriliyor, ardından yerli bir dayının suya bok ve çiş karıştığından bahsetmesi geliyor, sonra köylü kadınlardan birinin yanaşıp kekik, el işi satma faslı. Oğlu hastaymış kadının, öyleymiş böyleymiş derken 25 TL’ye iki üç parça şey iteleyiveriyor, odaktaki kadın kandırıldığını, kazıklandığını düşünüyor, eşine söylemiyor kaç para verdiğini. Sadaka olarak görüp teselli buluyor sonra. Ertesi sabah kocasından erken kalkıp sahile iniyor, önceki gün denize girmek istemeyen çocuğun yine girmediğini görüyor. Soğuk ama insan alışıyor, yaşamla sembolik bir bağ kurulabilir mi, belki. Buna lüzum var mı, daha doğrusu bu iyi bir teknik mi, o da belki ama derinleşmemiş bir manzaradan bu anlama ulaşmak da tatmin edici değil pek. Yani kurgusu, anlatımı iyi öyküler genelde, Kürtler var, alt sınıfın sorunlarına değinen meseleler var, iyi ama benzer biçimler, benzer düşünceler, benzer insanlar. Sonlar pek başarılı değil, başlangıçlar benzer, bir iki öykü haricinde haz yok. Mesela yine iyi bir öykü, “Sağ göz”. Anlatıcı bir sabah kahvaltı yaparken sağ gözü düşüveriyor, yuvarlanmaya başlıyor, marketin önünde zıplarken anlatıcı bir taksiye binerek gözünü takip etmeye başlıyor. Göz, kadının iş yerine giriyor, kadın orada eski eşini görüp anlatıyı genişletiyor, ardından otobüse binip Tekirdağ’a, aile evine gidiyor, göz şoförün yanında. Evde anneyle bir hesaplaşma, kadın annesine benzememek için elinden geleni yapmış ama pek becerememiş. Annelerin nasıl kurtarılacağına dair, insanlık hallerine dair açıklayıcı bir iki paragraf geliyor sonra, bu da öyküyü örseleyen bir şey değil mi? “Yüzücü”de adamımızın geçtiği her sokağın, girdiği her havuzun sahibinin irdelendiği paragrafları düşünün ya da daha iyisi, “Beyaz Mantolu Adam”da aynı şeyin yapıldığını düşünün, zira bu öykü ve “Beyaz Mantolu Adam” anlatım yönüyle çok benzer. Olmazdı yani, burada da olmuyor, yazarla yaptığım gizli anlaşmanın bozulduğunu hissediyorum. İyi öykü ama, elde var iki.
“I love you Şermin” zamanda zıplamalarla ilerleyen, tatil yöresindeki bir grup gencin etrafında şekillenen bir öykü. Ali altı aydır köyüne yakın bir noktada, yol kenarında tezgâh açıyor, organik ürünler satıyor. Beş yıl önce Servet’le tanışmış, aynı otelde çalışırlarken. Yakın arkadaşlar, Servet İngilizce biliyor azıcık, yabancı kızlarla iletişim kurabiliyor. Öküzce bir örneğiyle karşılaşıyoruz tabii, kaçırıyorlar kızları. Servet Kürtçe de biliyor, Ali anlamıyor nereden bildiğini. Ali’nin Kürtler hakkında pek az şey bilmesi garip, Kürtleri sanki Servet’ten duyup öğrenmiş gibi. İki yıl öncesinde ilkokuldan arkadaşı İsmail’in yanına gidiyorlar, Ali tanıştırıyor ikisini. Sonrasında İsmail’den papara yiyor, Servet’in akrabalarının yarısı dağda olduğu için, artık nereden duymuşsa duymuş İsmail, Ali’den Servet’le görüşmemesini istiyor. Araya mesafe koyuyor Ali, o sırada Servet de apar topar memleketine dönmek zorunda kalıyor, çalıştığı mekanı tanıdıklardan biri görmüş, anneye haber uçurmuş hemen, anne de Servet’ten dönmesini istemiş. Böyle bir öykü. Şermin’in ne/kim olduğunu anlatmaya pek lüzum yok sanki, özete dahil etmeyince pek bir şey eksilmedi. “Hayvan kaynakları” bir köpek gezdiricisi bıçkınla beyaz yakalı şeker oğlanın anlık gelişen arkadaşlıklarını, işleri üzerinden yaşamlarını anlatan güzel bir öykü. Biralar alınıyor, sigaralar içiliyor, iş saatleri denk gelmediği için bir daha görüşemeyeceklerse de yaklaşık bir saatliğine arkadaşlar. “Paket lastiği”, giyim mağazasında çalışan Sevda’nın bir gününe odaklanıyor yine, anlayışsız ve hödük müşteriler, asgari ücretle girişilen mola aktiviteleri, kızlarının ne zaman evleneceğini merak eden aileler, düz bir anlatım, azıcık sıkıcı. “Vücut A.Ş.”de apandisitinin patlamasıyla birlikte eşiyle hiçbir ortak yönünün olmadığını anlayan bir kadın var, ameliyat olurken izleyen kocasına çıkışıyor bir güzel, izni olmadan izlenemeyeceğini haykırıyor, adam şaşırıyor, görünürde birikmiş bir şeyler de yok. İki yıl sonra ayrıldıkları zaman kadın eşine hiçbir şey anlatamadığını anladığını söylüyor, kilit olayların şahitliği dışında elimizde bir veri olmadığı için anlatıcının götürüp bıraktığı yerde kalıyoruz.
“Sokak kasları”nda orta yaşlı kadınların erke karşı çıkmaları anlatılıyor. İki komşu kadın yürüyüşe başlıyorlar, birinin kocası za zü ediyor ama eşi biraz kapalı giyinince ikna oluyor, hemen her sabah yürüyüş. Parkı keşfediyorlar sonra, parktaki aletlerde spor yapmaya başlıyorlar. Başka kadınlar geliyor, muhabbet çoğalıyor, sabah saatlerinde gelen aynı yaştaki adamlar kadınların ortamını görünce akşam vakitlerinde gelmeye başlıyorlar parka, cinsiyet zamanı bölüyor. En sonda adamın biri kadınları izleyerek mastürbasyon yaparken fark ediliyor, kadınlar adamı hacamat edip yerlerde sürüklüyorlar, böyle sembolik bir eylemle bitiyor öykü. Aralara yine mesajlar sıkıştırılmış, birkaç kişi Ahme Kaya’nın hiç bilmedikleri bir şarkısını keşfetmek istediklerini düşünseler de birbirlerine söylemiyorlar bunu, suskunlar. Bir de şu: “Basensiz, göbeksiz, kollarının alt kısmı yumuşamamış kadınlara mahsus o ayrı dünyaya asla diledikleri kadar yaklaşamayacaklarını bilerek ve bundan çoktan vazgeçerek başka tür bir hürriyet duygusunun cimnastiğini yapıyorlardı orada.” (s. 60) Bu “Yeni Gazetecilik” dili, hâlâ geçerli bir ekolün uzantısı. Haberlerde hoş olur ama öyküde, eh, tahlil benzeri bir kısım yaratıyor. Serbest dolaylı anlatıcının bu kadar göz önünde olması hoş değil, olayları açıklaması da hoş değil, öykünün bu tür açıklamalara ihtiyacı yok.
“Kalıcı makyaj”, Hüseyin Rahmi Gürpınar esintili bir öykü. Gürpınar’ın tramvayda, vapurda geçen curcunalarında insanlar birbirleriyle tartışırlar, dedikodu yaparlar, kahkaha atarlar, gülerler, memleketin halinden, sıkıntılarından bahsederler. Aynısı. Minibüsteyiz bu kez. Bu.
İkisi haricinde, ortalama öyküler var bu kitapta. Gözlemlerden ibaretmiş gibi bu öyküler, kısa zaman aralıklarında gerçekleşen birkaç olayın -yukarıdaki örnekte olduğu gibi- açıklamalı anlatımlarından oluşuyor. Oyuncul yanları pek yok, ilk öyküdeki hariç kurgular düz. Vasatın üstü ve iyinin altı diyorum, yazarın sonraki metinlerine karşı bir merak uyandırmadığı için, çok denk gelmediği müddetçe Öğünç’ün metinlerini aramayacağım sanırım.
Cevap yaz