Tarık Dursun K. çevirisi, metnin asıl adı Little Children. Çevirmen kitabın adını kasıtlı olarak değiştirmiş, açıklaması şu: “Kitabında yer alan bütün hikâyelerinde, Saroyan, bizim de bir süreler yaşadığımız bir çağı, çocukluğumuzun şimdi artık erişilmez bir düş gibi uzakta kalan o ‘altın çağ’ını anlatıyordu.” (s. 7) Saroyan’ın öyküleri çocuklarla doludur fakat çocukların gözünden gördüğümüz dünya pek de altın değildir aslında, daha doğrusu imlendiği gibi bir güzellik yoktur, sihirli bir dünya uzanmaz önümüzde, ABD’de orta-alt sınıfın çocuklarının yıkılan hayalleri ve yirmilerindeki gençlerin tutunamama hikâyeleri anlatılır. Birkaç öyküde Jim’in ve arkadaşlarının maceralarını görürüz, büyük şehirlerin küçük mahallelerinde devasa işler kovalarlar ama genelde yatar bu işler. Kriz anları ve krizlerin çözülmesinin yarattığı rahatlık duygusu vardır bir de, örneğin “İlk Günü” adlı öyküde Jim’in okula başlamasıyla birlikte soğuk nevale olan babasıyla sıcak bir ilişki kurduğunu görürüz. Louis Davy doktor, oğlu Jim’in bakımını İsveç’li genç Amy’ye devretmiş. Anne yok, Jim doğar doğmaz ölmüş. Amy’yle Jim’in araları çok iyi ama okula başlama zamanı gelince evden ayrılmak istemeyen oğlan, Amy’yi hiç sevmediğini söylüyor, yaralıyor bu söz kızı. Jim zar zor gidiyor okula, sınıfa giriyor, sakız çiğnedikleri için uyarılan iki öğrenciyi pek seviyor ve onlarla takılmaya başlıyor, bir süre sonra kendisi de sakız çiğnemeye başlıyor, okulu seviyor kısacası. Arkadaşlarından öğrendiği komik tekerlemeleri, laf oyunlarını evde Amy’ye ve babasına söylüyor, adam gazetesini bırakıp oğlunun yanına çöktüğünde Amy kendini tutamayıp ağlamaya başlıyor, öykü yeterince bilgi vermiyor ama mutluluktan ağladığını anlayabiliriz, baba bir anda çocuğun hayatına girmiş gibi duruyor, yaşama dönüyor bir anlamda. Tatlı bir öykü. “Pazar Zeplini” az buruk. Luke, iki yaş küçük anlatıcı kardeşi Mark ve Margaret el ele duruyorlar, kilisedeler, çanağa 5 sent atmaları gerekirken Luke atmıyor, para biriktiriyor, bir derginin ilanında gördüğü dev zeplini alıp en iyi arkadaşı Ernest West’le birlikte havalanacaklar, çok uzaklara gidip geri dönecekler. Sadece 1 dolar lazım, sonra zeplinleri gelecek. Luke ve Ernest kendilerinin geliştirdiği bir dille konuşuyorlar, Mark bu dili anlamak istiyor ama anlayamıyor, yalvar yakar birkaç sözcüğü söyleterek muhabbete katılmaya çalışsa da başaramıyor. Luke kardeşini yolculukta yanına almak istemiyor üstelik, en iyi arkadaşıyla birlikte uzayacak oralardan. Büyük gün geliyor, siparişi veriyorlar, koskoca bir zeplin beklerlerken minicik bir oyuncak maket geliyor, üstelik demonte halde. Reklam resmindeki koca zeplinin yerine küçücük bir şeyin geldiğini gören Luke deliriyor, yere atıp kırıyor oyuncağı, sonra Ernest’le konuştukları dilde bir şeyler söylüyor, küfrediyor belli ki, ardından uzun süredir devam ettiği tahta çakma işine geri dönüyor, kendi zeplinini kendi üretecek. Hoş bir öykü bu, orta sınıf bir ailenin yaşamına dahil oluyoruz, babaların çocuklarıyla ilişkileri, kardeşlerin iletişimleri hoş, 1920’lerin tipik ailelerinden birine misafiriz bu öyküde.
“Amcamgille Meksikalılar” gibi öykülerde ABD’nin çok uluslu yapısını Saroyan’ın gözünden görürüz, kendisinin de göçmen olmasından ötürü şefkat diyebileceğimiz bir duygu vardır bu öykülerde, mizah da var tabii. Juan Cabral bir süre anlatıcı çocuğun amcasının yanında iş tutuyor ama nasıl, yanında köpekleriyle ve ailesiyle geziyor Cabral, iş arıyor. Yolu bir gün amcanın çiftliğine düşüyor, yarım yamalak İngilizcesiyle iş istediğini ama çok ucuza çalışmayacağını, bakması gereken bir ailesi olduğunu söylüyor. Amca işçiye ihtiyacı olmadığını, Meksikalıları hiç tutmadığını, Meksikalıların köpeklerini hiç hiç tutmadığını söylüyor. Cabral aklındaki ücreti söylüyor ve bir kuruş inemeyeceğini haykırıyor. Amca işçiye ihtiyacı olmadığını haykırıyor, karşılıklı bir anlaşmazlığı sürdürüyorlar. Anlatıcı araya giriyor, iki tarafı da birbirine güzelliyor, en sonunda anlaşmazlıktan bir anlaşma çıkıyor, anlatıcı Cabral’a ve ailesine üzüm toplayıp kurutmayı öğretiyor, amca Japon işçilerin bu Meksikalılardan çok daha iyi olduğunu söylüyor, sözde aşağılıyor işçilerini ama yaptıkları işleri beğeniyor muhtemelen, beğenmezliği sözde kalıyor. Kendi dönemindeki azınlıkların aşağılanması eğilimine uyuyor uyduğu kadar, oysa kendisi de dahil herkes ekmeğinde. “Tek İyi İnsan” öyküsünde Peter Karamokoulos nam bir Yunanın yaşamını gözlemleriz, anlatıcı çocuk bu Pete’in ilginç kişiliğine tutulur, adamı izlemeye başlar. Şehre gelen sirke benzer bir topluluğun dev güreşçisi Bulgov’a kafa tutar Pete, ringde beş dakika kalırsa 50 dolar, Bulgov’u hacamat ederse 500 dolar alacaktır. Çırpı gibi bir adam, ne akla hizmetse Bulgov’un karşısına çıkar ve birkaç saniye içinde kendini ringin dışında bulur. Kırk üç yaşındadır Pete, aklındaki iş için paraya ihtiyacı vardır, bu yüzden cam siliciliğine başlar, bir yandan da memleketinin savaşta ne yaptığını merak eder. Bizim anlatıcı uydurduğu bilgileri verir, Yunanlar Türkleri tokatlamıştır, Anadolu’nun batısını ele geçirmiştir, bütün dünyayı ele geçirmeleri an meselesidir. Pete başta haberlerin hemen hepsini yer, en sonunda çocuğun uydurduğunu anlayınca kovalar sabiyi, tabii öfkesi hemen kaybolur. Bir yerden para bulur bulmaz güzel bir hamburgerci açar, yanına aldığı işçisiyle evlenir fakat kendisiyle uğraşanlar yüzünden hapse girer, bir süre sonra da dükkânı kapayıp ortadan kaybolur. Bir renk eksilir şehirden, bu bir örnek üzerinden bizim neleri kaybettiğimizi düşününce üzülmemek elde değil.
“Adam Olandan Bu Beklenir”, Saroyan’ın en iyi öykülerinden biri bence. Anlatıcı bir sabah Cenaze Levazımatı İşleri Bürosu’ndaki işine gelince iş arkadaşı Bayan Gilpley’nin ağladığını görür. Bay Wylie kadını işten çıkarmak istemektedir, yerine anlatıcıyı geçirerek daha az bir maaşa çalıştıracak aklınca, böyle bir planı var. Bizim oğlan zaten zorla çalışmaktadır, bir an önce Monterey’e veya başka bir yere giderek dünyayı dolaşmak ister. Bahanesi hazırdır, Bayan Gilpley’ye merak etmemesini, istifa edeceğini söyler, patronun yanına giderek istifasını basar. Patron şaşırır, anlatıcıyla araları çok iyidir aslında ama istifanın sebebini öğrenince kızar, anlatıcıya son maaşını vererek sepetler çocuğu. Bayan Gilpley teşekkür eder, işini sürdürmesine müsaade edilmiştir. Bizim iyi çocuk bir Harley & Davidson mağazasına gider, elindeki maaşı kaparo olarak bırakır, en sağlam motosikletlerden birine atlayarak Monterey’e gider, iyice bir dolanır, döndüğü zaman parasını geri vermezler tabii, saatler sonra dönmüştür ve benzini iyi etmiştir. Dayak falan yemeden kurtulduğuna sevinmesi lazım, bir de özgürlüğünün kıymetini bilmesi gerek. Biliyor da gerçi: “Yürüye yürüye odama döndüm. Kendime yeni bir iş nerden, nasıl bulacağım diye düşünüp hiç aklımı bile yormadım. Monterey’e gidiş gelişten öylesine mutlanmıştım ki, o kadar olur.” (s. 117)
Ermeni yurttaşlarından da bahseder Saroyan, Karadeniz kıyısında doğup ABD’de memleketlerini arayan insanlarının özlemlerini anlatır, mutsuzluklarına değinir. Çok değerli kayıtlar bunlar aslında, dünyanın öbür ucuna giden insanın evini baştan yaratma çabalarının beyhudeliği veya başarısı iyi öyküler çıkarır ortaya. Tarık Dursun K.’nın yerelleştirme uğraşları bazen yadırgatıcı olabilse de karakterlerin doğdukları yerlerden ötürü sanırım, sanki bizdenler, pek de garip gelmiyor Türk kültürüne veya ortak kültüre dair bir şey söyledikleri zaman. Çok güzel, başarılı öyküler, Saroyan’ın metinlerini okumak büyük zevk.
Cevap yaz