İlk bölümde Malmö’deki yaşam, arkadaşlıklar, Gunnar’ın sebep olduğu sansasyonla başa çıkma çabaları, utançla başa çıkamayan Karl Ove’nın anımsama biçimleri, birçok metne göndermeler, yazınsal ve yaşamsal anlamda hesaplaşmalar yer alıyor, aile yaşantısı etrafına sıralanmış sorunlar, gündelik hayhuyun boğuculuğu anlatıcı için başka metinlerden avuntular çıkarmaya kapı aralıyor denebilir, hatta bu metnin ortalarında yer alan Celan’lı, Hitler’li bölümü de Karl Ove’nın yaşamıyla koşutlaştırabiliriz, “ben-biz” ilişkisi hem anlatıcının yaşamında, hem de uzunca bir denemeden ibaret olan bölümde esas konu olarak karşımıza çıkıyor. Anlatıcı üç çocuğunun bakımıyla uğraşırken eşi Laura’nın ruhsal ağırlığını da taşımak zorunda kalıyor, evdeki iş bölümünden yaşamlarındaki esas uğraşlar için vakit ayırmaya kadar pek çok mesele çözülemez gibi görünüyor, zira Laura’nın son bölümde ortaya çıkan manik-depresif atakları kendi bakımıyla uğraşmasını bile engelliyor, bu durumda yükün çoğunu Karl Ove üstleniyor. Serinin önceki metinlerinde Laura’yla gerilimli bir ilişkiyi sürdürmeye çalışan anlatıcının yaşadığı problemleri biliyoruz, yazmaya vakit ayıramadığı için kendine çalışma ofisi tutan anlatıcı yine de dilediğince yazamıyor, kapana sıkışmış gibi hissediyordu. Aynı durum geçerli, üstelik bu kez amcası Gunnar’ın dava açmakla tehdit etmesinin, gazeteleri ve yayınevini arayıp tehdit etmesinin de yardımıyla iyice ünlenen Karl Ove için yazmak iyice zorlaşıyor. İlk kitapta anlatılan ölüm sahnelerinden nefret ediyor Gunnar, Karl Ove’nın babasına itibar suikastı düzenlediğini, bunu annesinin etkisiyle yaptığını iddia ediyor, kitapta yazılanların gerçekleri yansıtmadığını ekliyor. Kurmacayla gerçek yaşam arasındaki çizginin belki de en silik halini görüyoruz, anlatıcı hatırladıklarının kurgu olup olmadığıyl ilgili birtakım tartışmalara girişse de anılar da bir nevi kurmaca olduğu, olayın üzerinden de uzun zaman geçtiği için kesin bir sonuca varamıyor, varması da mümkün değil. Kendi yaşamını, hatırladıklarını kurguluyor sonuçta, arkadaşı Geir işi biraz eğlenceye vurarak tehditlere aldırmadan yazması gerektiğini söylüyor, bunu herkes söylüyor aslında, Karl Ove da yazmak zorunda olduğunu biliyor. Varlığıyla bütünleşmiş bir edim yazmak, vicdanının verdiği rahatsızlıkla baş edemediği zamanlarda çocukların okul taksitleri, giderler geliyor aklına. Çok yönlü bir çıkmazdan kurtulmaya çalışıyor, babasının ölümüne edebi bir akbaba gibi çöktüğünün farkında, üstelik basın da Gunnar’ın eylemleri yüzünden rahat bırakmıyor bir türlü, yine de çabalıyor Karl Ove. Hamlet‘teki baba-oğul ilişkisinden yararlanarak yaşama uğraşını etikten uzaklaştırıp edebi açıdan ele almaya çalışıyor sıklıkla, aslında andığı çoğu metnin böyle bir işlevi var, yaşamını kurmacadan ödünç aldığı karakterlerle, olaylarla denkleyip içini kemiren kurtları dökmeye çalışıyor. Örneğin çok basit bir eylemi uzun uzun, bütün detaylarıyla anlattıktan sonra aklına Gunnar geldiği zaman rahatsızlığının çok daha önceden başladığını sezebiliyoruz, yoğunlaşan odağı en lüzumsuz detayları bile anlatmasına yol açıyor, ardından metinlerarasılık devreye girerek tansiyonu düşürüyor. Kurmacadan çok yaşamın ta kendisini okur gibiyiz, savunma mekanizmaları tamamen ortada, anlatılan konular zihnin hangi durumda olduğunu imliyor bir noktada, belki de en gerçekçi anlatım tekniğidir bu. Aralarda kişiliğine dair anektodlar da anlatıyor Karl Ove, örneğin kızı Vanja’nın bir koşu yarışında etik olmayan bir şekilde birinci gelmesinden hiç rahatsız olmadığını görüyoruz, hatta diğer annelerin, babaların arasında kızına daha hızlı koşması için bağırıyor, yanına gelen bir baba işi şakaya vuruyor ve Karl Ove’nın bağırışlarının gerçek niyeti yansıtmadığını düşünüyor. Karl Ove zaten yaptığı işin vicdan azabını çekerken bir de sosyal ilişkilerindeki tutumundan ötürü suçluluğa kapılıyor. Olabildiğince dürüst, yaptığı hataları açık sözlülükle anlatıyor, bencilliğinden bahsediyor, cesaret isteyen şeyler bunlar. Çocuklarından, Laura’dan bahsettiği bölümler oldukça can sıkıcı, Laura taslağı okuduğu zaman evden uzaklaşıyor örneğin, birkaç gün dönmek istemiyor ve kriz geçiriyor en sonunda. Çok ince bir çizgiyle bağlılar, Karl Ove bir kez dayanamayıp gözyaşları içinde evi terk edeceğini söylediği zaman ortaya çıkan krizi atlatabiliyorlar ama diyaloglardan, davranışlarından anladığımız kadarıyla aralarındaki heyecan uyandıran duygular bitmiş, zaten Laura bir yerde bu durumdan yakınıyorsa da ilişkilerini sürdürüyorlar. Belki bir tek bu noktada dürüst davranmıyor Knausgaard, Laura’yı ve çocukları sevdiğinden, ailenin her şey olduğundan bahsediyor ama sevgi ve ilgi bekleyen çocuklarına yakınlık göstermiyor pek, Laura’ya da. Kriz geçirdiği zaman hastaneye yatan Laura’yı ziyarete gitmiyor örneğin, Laura ev ziyaretinden dönerken tek başına olmamalı, hastane görevlilerinden gelen bütün uyarılara rağmen Laura’ya refakat etmiyor Karl Ove, davranışları sözlerini desteklemiyor kısaca. Buna da hazırlıklı olunmalı, şimdiye kadar görülen en güvenilmez anlatıcı belki de Karl Ove. Gerçekleri çarpıttığı için değil, sadece gerçeği, kendi gerçeğini anlattığını iddia ettiği için. Birtakım formülleri inceleyerek, denemeye varan bölümleriyle okurun yanılsamasını sürdürüyor, örneğin varoluşla ilgilenen yazarların metafiziğe, Tanrı konseptine ulaşmak zorunda olduğunu söylüyor, ardından Eski Ahit’ten yola çıkarak Hamlet’i, İsa’yı ve Oedipus’u merkeze alıyor, benlikle ve nesillerin deneyimlerinin benlik algısını nasıl değiştirdiğini anlatıyor, okur bu tür didaktik pasajlardan yola çıkarak katharsis çemberinde kalmayı sürdürse de plana bakıldığında kurmacanın sallantılı zemini olduğu gibi duruyor. “Ad ve Sayı” bölümünde belki de tamamen kayboluyor bu zemin, tabii Karl Ove’nın anlatı boyunca süren kaygıları unutulursa.
“Ad ve Sayı”, Proust’la zirveye ulaşan kurmaca-denemenin oldukça başarılı bir örneği. Bir tehdit mektubundan yola çıkıyor Karl Ove, muhtemelen Gunnar’ın yolladığı bir mektuptan. 1964’te bir kürtaj yapılmış olsaydı Karl Ove’nın babasının yaşayacağı yazıyor, oysa bu tür bir alternatif tarihin yaşayanlar için pek bir faydası yok. Karl Ove yazdığı metinleri düşünerek alternatif gerçeklikler yaratıp yaratmadığını düşünüyor, başta isimler üzerinden giderek metinlerde yer alan karakterlerin/insanların gerçek isimlerini kullanıp kullanmama meselesini düşünüyor. Anlatıda birkaç e-posta örneği veriyor, insanların kurmaca bir metinde yer almak konusunda genellikle sıkıntı çıkarmadıklarını görüyoruz, her ne kadar rahatsız olacakları yaşantılar anlatılmış olsa da geçmişten ve şimdiden korkmuyorlar. Birkaçını değiştiriyor tabii Karl Ove, kendi özgürlüğü açısından sıkıntı verici bir durum. Başını sonradan çok ağrıtacak bir tecavüz olayına/kurgusuna metninde yer verecek kadar gerçeklik takıntılı adam bu bölümde gündelik yaşamdaki kurmaca-gerçeklik ilişkilerini irdeliyor genel olarak, Rilke’nin ve Celan’ın şiirlerinden yola çıkarak gerçekliğin anlamlarını sorguluyor, şiirlerdeki imgeler üzerinden sanatçıların yaşamla, bir anlamda acıyla nasıl başa çıkabildiklerini irdeliyor. Celan’ın bir şiirindeki “kül” bahsinden Nazi kamplarına bir yol açılıp açılmadığını değerlendiriyor örneğin, ardından pek incelenmemiş bir metne odaklanıyor, sanki kendi uğraşının bir uzantısıymış, yapılması bir görevmiş gibi yaklaşıyor mevzuya, Hitler’in Kavgam‘ını değerlendirmeye, farklı kaynaklardan -menin sonunda bir kaynakça da mevcut- Hitler’in yaşamıyla metni denklemeye başlıyor. Özetleyerek çıkıyorum buradan: Hitler’in yaşadığı dünya, toplum, sosyoekonomik ortam, “ben” ve “biz” ayrımlarını iyice belirgin hale getiriyor, bu bölünmelerin sonucunda dünyanın ateşe boğulacağı ortam hazırlanmış oluyor. Bir de saygı duruşundan bahsetsem olur sanırım, Karl Ove babasının evinde eski bir Nazi rozeti buluyor, Proust’un madleninin gösterdiği etkiyi gösteriyor bu rozet. En yakındaki yaşamların hangi gizleri taşıdığını bilememek yüzlerce sayfalık sosyolojik ve psikolojik çözümlemelere yol açmış olabilir. Knausgaard’un marifeti.
Son bölümde Laura’nın krizi merkezde, Karl Ove’nın yazıp bitirmek için plan üstüne plan yaptığı bir metni var elinde, tam her şeyi ayarlayıp çalışmaya başlayacakken her şey tepetaklak oluyor, Laura hastaneye yatıyor, yaşam olduğu gibi adamın omuzlarına biniyor. Araya birlikte aldıkları yanlış kararlar, çıktıkları tatiller, arkadaşlarıyla geçirdikleri zamanlar giriyor, aslında çok güzel başlayan bir ilişkinin aksayan yanlarının anlatılmasında bir kabulleniş yatıyor muhtemelen, her şeye rağmen ailenin bütünlüğü bozulmayacak, birlikte yaşamayı sürdürecekler. Laura’nın annesi her şeyi anlattığı, kızının krizlerinden kısmen sorunlu olduğunu düşündüğü için Karl Ove’ya soğuk davranıyor, gazetecilerin tacizi hiç bitmiyor, insanlar Karl Ove’yı köşeye sıkıştırmaya çalışıyorlar ama Karl Ove yapmak istediği şeye odaklanmış durumda, gördüğümüz üzere de başarmış, kavgasından zaferle ayrılıyor. Ödediği büyük bedel yaşamının bedeli, kendisinin yarattığı bir bölüm sonu canavarının değil. Kavganın sürdüğünü düşünebiliriz, gerçekleri gizlemeden anlatmanın yüklediği sorumluluk ömür boyunca sürecek bir ağrıdır belki. Knausgaard’ın serisi koca bir tedirginlikten, ağrıdan, acıdan ibaret, bunları toplayınca yaşam ediyor zaten. Nokta konuyor, perdeler kapanıyor, Knausgaard okurlarını selamlıyor. Son.
Cevap yaz