Borges’in 1971 baharında katıldığı Columbia Üniversitesi etkinliklerindeki konuşmalar, Şu Şiir İşçiliği‘yle birlikte okunmalı mümkünse. “Sunuş” kısmında Borges’in hayatında önemli bir yeri olan Palermo’dan bahsediliyor, Borges yaşlılığına kadar doğup büyüdüğü toprakların, ailesinin hikâyelerine pek eğilmediyse de son metinlerinde metafizik temelli meselelerden ziyade mirasını göz önüne almış gibi duruyor, “Kurmaca” kısmında bu son dönem öykülerinden biri okunuyor ve okunurken Borges öyküyü cümle cümle açıklıyor. Yazarlığını ve kurmaca anlayışını bütün detaylarıyla anlatıyor, öykünün okur için ne kadar ayrıntı barındırması gerektiğinden yaşamların hikâyeleştirilme biçimlerine kadar pek çok meseleye değiniyor. “Sunuş”ta Borges’in sözleri de yer alıyor, yaşamında yaşamın ve ölümün eksik olduğunu, tamamen edebiyatla kuşatıldığını ve son metinlerinde Arjantin’in yerel deyimlerini, sözcüklerini kullanarak yurttaşlarının bile pek bir şey anlamamasına yol açtığını söylüyor Borges, labirentlerden ve aynalardan, zamandan ve gerçeklikten yola çıkarak en sonunda kendi bahçesine varmış, kendi insanlarına ve topraklarına. Márquez’den Fuentes’e pek çok yazarın minnetle dolu övgüleri bu dönemin öncesi için geçerliyse de Latin Amerika’da edebi bir kültürün oluşmasındaki katkılarında yerelliğin bulunmadığını söylemek mümkün değil, döne döne kendini yazdığını söyleyen bir yazarda ait olduğu coğrafyadan izler mutlaka olacak, zaten soru-cevap fasıllarından birinde yazarın toplumu temsiliyle ilgili görüşlerini açıklarken toplumsalı umursamayan, tamamen kendine odaklanmış bir yazarda bile toplumun parçalarının bulunabileceğini söylüyor, halktan soyutlanmak hiçbir şekilde mümkün değil. Bunun yanında yıllar boyunca yeni buluşlardan, çeşitlemelerden kurduğu metinlerden sonra, yetmiş yaşına vardığında kendi sesine kavuştuğunu düşünüyor Borges, son öyküleriyle birlikte ele alınabilir bu yorumu.
“Kurmaca” bölümünde “Düello’nun Sonu” öyküsü okunuyor, özetleyeyim. Uruguaylı romancının oğlu Carlos Reyles anlatıyor hikâyeyi, halk hikâyeciliğinden kurulan bir öykü. Anlatıcıyla Reyles muhabbet ediyorlar, memleketlerinden konuşurlarken Nolan’dan bahsediyor Reyles, laf arasında hikâye geliyor: Manuel Cardoso ile Carmen Silveira’nın toprakları bitişik, bu iki adam birbirlerini hiç sevmiyorlar. Köy kahvesinde takılırlarken muştaları takıp kavga edebiliyorlar, öyle bir düşmanlık, civardaki herkes bu düşmanlıktan haberdar. Bir gün kahveye askerler geliyor, savaş için asker arıyorlar, bizimkiler ailelerine veda etmeden cepheye sürükleniyorlar. Savaş kaybediliyor, düşmanın komutanı Nolan bu adamların memleketlisi olduğu için mevzuyu biliyor, kimin daha üstün olduğunu belirlemek için bir yarışma düzenlenmesini istiyor, boğazı kesildikten sonra en uzağa gidebilen kazanacak. Adamlar ses çıkarmıyorlar, hatta uyuyorlar bir süre, sonra yarışma başlıyor. Kabaca bu. Borges hikâyeyi bir başkasından da duyduğunu ama iki kaynak birden kullanırsa okurun anlatıcıyı beceriksizlikle suçlayacağını düşünerek diğerini almamış öyküye. Reyles diye biri var gerçekten. Sonra cümle cümle açıklamalar geliyor, anlatıcının bir miktar cahil olması gerektiğinden bahsediyor mesela, okurların öyküye “inanmaları” için. Karakterlerin isimlerini yaygınlıklarına göre seçmiş, Carmen’in kimi yerlerde erkek ismi olarak kullanıldığından da bahsediyor. “Ben hem yerel renk, hem tıpkılıklar peşindeyim.” (s. 23) “Anlatılana burnunu sokmamak” dediği bir tekniği var, en azından kendi anlatıları için anlatıcı/yazar hiçbir şekilde metne dahil olmamalı, hikâyeyi olduğu gibi anlatmak dışında birtakım uydurukluklara başvurabilir, örneğin öyküde 1871’in boğucu sonbaharından bahsediliyor ama o sonbahar hakkında hiçbir fikri yok Borges’in, inandırıcılığı artırmak için konduruvermiş. Elemecilik de bir o kadar önemli, öyküde hiçbir yere bağlanmayan veya anlatım biçimleriyle ilgisiz uçlar varsa atmak lazım, bir eksiltme sanatı olarak görebiliriz öyküyü. Borges’e göre yazarlar anlatılarına kattıkları gerçeklikleri yumuşatmalı, akla yatkınlık önemli ve bazı gerçekler kurmacadan daha kurmaca durabildikleri için saf halleriyle kullanılmamalı. Üslubu dayarsınız biraz, azıcık elersiniz, öykü böyle oluşur. “Kısa öyküde, kulaktan duyulan hikâye, bir başlangıç noktası oluşturabilir ancak.” (s. 44) Öykünün tahlilinden sonra dinleyenler soru soruyorlar, Borges’in ilk öyküsünün “Mahalle Kabadayısı” olduğunu ve bu öyküyü hiç beğenmediğini öğreniyoruz. Bir iki yerde çağına duyarlı yazar bahsi geçince ekliyor Borges: “Bence bir yazarın görevi, yazar olmaktır; iyi bir yazarsa, görevini yerine getiriyordur.” (s. 55) Angaje edebiyata karşı olduğunu söylüyor, yazarın canının çektiğini yazması lazım. Öykülerin kendisine geldiğinden bahsediyor bir de, masaya oturup da bir şeyler yazmayı düşünenlerden pek bir şey çıkmayacağını söylüyor. Adolfo Bioy-Casares’le birlikte yürüttükleri çalışmalardan da bahsediyor, ikisinin zihni tekleşince kimin hangi bölümü yazdığı akılda kalmıyormuş. Bu konuda Köpf’ün Borges Yok diye bir metni var, her şeyin Casares’in başının altından çıktığına dair, Menard’ı da içeren -ironik, Borges’in yaratısı Borges’i bir yaratıya çeviriyor- bir roman, hoş. Neyse, Borges roman yazmadığını, daha doğrusu yazamadığını belirtiyor, on beş sayfadan sonra canı sıkılırmış, gerisi gelmezmiş. Bu bölüm böyle kapanıyor, Borges’in anlatıyı kurma biçimlerini öğreniyoruz, devam ediyoruz.
“Şiir” bölümü vezin-serbest vezin üzerine görüşlerle açılıyor, Borges’e göre her şair başta vezinle yazmayı denemeli, böylece geleneği öğrendikten sonra daha serbest, açık sularda yüzmeye başlayabilir, boğulmadan. Hiçbir şairi kıyaslamaya gerek yok bu konuda, bir sanatçıyı beğenmek diğerini dışlamayı gerektirmez. Borges’e göre şiir yazmak bir “doku” üzerinden gerçekleşiyor, zihnine düşen bir yapıyı hemen işleyebildiği gibi yıllarca beklettiği de oluyor, zamanı gelince çalışmaya başlayarak şiirini ortaya çıkarıyor. Bir şiirin ne zaman bittiğini anlamak için yayınlamak lazımmış bir de, yoksa üzerinde uğraşa uğraşa bitmezmiş o şiir. Sonrasında birkaç şiiri üzerinden yine tahlil aşaması başlıyor, Borges’in kaynaklarını görüyoruz. Şu hoşuma gitti: “Çok zeki ve çok akıllı biri olan Chesterton, Virgilius’a öykünmekle suçlanan birini, Virgilius’a borçlu olmanın doğaya borçlu olmaktan farklı sayılamayacağını belirterek savunmuştu. Bir çalıntı olayı yok ortada. Virgilius’un bir dizesini alıyorsak, aydan, gökten ya da ağaçlardan bir dize aldık diyebiliriz pekâlâ.” (s. 75) Borges kendisinin de çaldığını açıklıkla söylüyor, üç dizesi Konfüçyüs’ten aşırma. Birden fazla dilde şiir yazmak üzerine başlayan bir muhabbetle bitiyor bu bölüm de.
“Çeviri” bölümü sözcüğü sözcüğüne çeviriyle kültür aktarımı arasındaki ikilikle başlıyor, Borges’in verdiği örnek ilginç. Galland’ın ünlü çevirisi “Binbir Gece”nin yanında Burton’ın sözcükleri birebir aktararak çevirdiği metin Bin Gecenin ve Bir Gece’nin Kitabı oluveriyor, Arapça bilen herkesin kullandığı bu deyim aslına en sadık isim haline geliyor, anlam da muazzam ölçüde değişmiş oluyor tabii. Sonrasında birebir çevirinin ucube örneklerine değiniyorlar, Di Giovanni’nin yardımıyla şiirlerini İngilizceye çeviren Borges’le Di Giovanni’nin söyleşisi çok keyifli. Kapalı anlamlardan şikayetçi olan çevirmenlerden yakınıyor biraz Borges, aslında her şeyin o kadar da kapalı olmadığını, sözcüklerin aşırı yorumlanarak çevrildiğini söylüyor. Aşırı sembolik bir dil kullandığına dair üzerine yapışmış bir etiket var, bundan şikayet ediyor biraz. “Ayrıca, yazar diye biri olmadığını da düşünebilirsiniz. Yalnızca esin perisi ya da Kutsal Ruh işbaşındadır.” (s. 105) Birlikte çalışma şekillerini anlatıyorlar sonra, Casares’le yakaladığı havayı çevirmeniyle de yakalamış Borges, birlikte iyi iş çıkardıklarını düşünüyorlar. Anlaşmazlık yaşandığında mevzuyu nasıl çözdüklerinden bahsediyorlar falan, genelde Borges geri adım atarmış ve sonucu gördüğünde pişmanlık duymaz, memnun olurmuş. Bir yazar daha vardı böyle, editörü ıkına sıkıla veya tedirginlikle birkaç şeyin değiştirilmesini isterse adamın/kadının çektiği ıstırabı uzatmamak için kabul edermiş. Güven önemli tabii, çevirmenin sezgilerine güveniliyorsa iş yürüyor, yoksa Borges’in verdiği birkaç örnekteki gibi patlıyor, acayip metinler çıkıyor ortaya.
Hoş bir metin bu, Borges’i sevenler, sevmeyenler, öyküye ve şiire kafa yoranlar okumalı.
Cevap yaz