“Zeynep A. Karabey” yazılmış içeride, kalem adı bu, aslı Zeynep Avcı. Bol ödüllü bir çevirmen, akademisyen, öykü ve senaryo yazarı, öykülerine verilen bir ödül yok. Bu ilk öykü kitabı, başarılı ve başarısız öyküler arka arkaya. Bakalım, ilk öykü “Kaval”. Toprak damlı odada cırcır böceklerinin sesi duyuluyor, yani kırsaldayız, kavalını isteyen Dursun da şehre göçmüş bir babayiğit olsa gerek. Mektupta öyle diyor Dursun, herkese selam ettikten sonra hal hatır, sonra kaval, yine selam ve kapanış. Gülsüm abisinin yolladığı paraya minnettar, nine değil, evini toprağını bırakıp gittiği için çok öfkeli nine. “‘Dökersin yaşlarını kuru toprağa… Boş yere…’ dedi. ‘Seni de bıraktı, bizi de bıraktı, kavalı da. Toprağını ekinsiz, evini başsız, anasını oğulsuz bırakıp gitti!’” (s. 7) Yerellik bu kadar, yetmez ama tamam. Sonuçta kavalı yollatmıyor nine, Gülsüm dertleniyor, Dursun o sıra “testekerlek dolunay” altında şantiyenin camsız penceresinden bakıp lağım kokusunu içine çekiyor, kavalı olsa her şeye katlanabileceğini düşünüyor. Gülsüm’le Dursun arasında gidip geliyoruz, köydeki ve kentteki durum. Dursun’un göç etme gerekçelerine dair uzunca bir bölüm geliyor, sıradan şeylerin sıradan anlatımı. İnşaat da bitmek üzere, çalışacak başka bir yer yok henüz, Dursun ne yapacağını kara kara düşünürken kaval geliyor, Gülsüm halletti bir şekilde. Şehrin her şeyi boğan gürültüsünün kaval sesine çökmesi öykünün gerçeklik eksenini ansızın kaydırıyor, yapıyı da bozuyor kanımca. Otobüsün, uçağın homurtusuyla bir gökkubbeye, bir yerküreye çarpan kaval nağmesi düştüğüyle kalsa tamam, sonra Dursun üflüyor üflüyor ses gelmiyor, daha da neler oluyor: “Sonra mahallenin tüm çocukları, ardından tüm büyükçe çocukları, tüm kadınları, sonra tüm erkekleri, tüm yaşlı kadınları, tüm yaşlı adamları, memleketin bakanları, daha büyükleri… Tümü tek tek gelip kavalı üflediler. Ama artık kimse kavaldan ses çıkaramıyordu.” (s. 12) Yakışabilirdi, yola katı gerçekçilikten çıkılmasaydı. “Bir İftar Öyküsü” gelenekle modernitenin tokuştuğu, sanki asgari gerekleri karşılaması yetmiş de görevini tamamlayıp bitmiş gibi bir öykü. Tepenin en güzel yerindeki eve üç taksi ile geliyorlar, Mahmure Hanım’ın otuz yıl önce Üsküdar’da oturduğuna hiç benzemeyen bir evmiş, öylesi ihtişamlı. İhtişamsızlık, ihtişam, geçişe dair bir şey yok, Mahmure’nin eski tanışlarına çektiği ziyafet var sade. Hafız Hanım primadonna gibi oturuyor başa, şöyle bir yan gözle dikizleyip yan ağızla yiyor yemekleri, en sonunda nefsine yenik düşüp saldırınca Mahmure’yi memnun ediyor. Aşçı iyi çalışmış, Erzurumlu besleme yemek üzerine yemek getiriyor, herkes homini gırtlak. Mahmure’nin torunu mevzunun modern kısmı, gelenlerin hamhum gömdükleri umurunda değil, ninesinin izin vermesini bekliyor gitmek için. Modaya düşkünlüğü eleştiriliyor, birkaç kakalama daha, sonra Hafız Hanım yediği her şeyi bu kızcağızın üzerine çıkarıyor. Öykü bu. Anlamımızı çıkaralım: antika moruksanız ağzınızın ayarı yoktur, aslında ayarınız hiç yoktur, cıvıl cıvıl gençlerin üzerine kusmaktan başka şey bilmezsiniz. Yemeği aşureye çevirirseniz midenizi tutamazsınız, lütfen usturuplu ve yavaş yiyiniz. Otuz yıllık ahbabınızda kıtlıktan çıkmış gibi davranmanıza gerek yoktur, hele gençlere sarmaya hiç gerek yoktur, insan gibi yiyip gidiniz. Falan.
“Pembe Eteklik / Yeşil Erik”te işçi sınıfının özgeciliği, burjuvazinin rabbena hep banacılığı. Önce şalala bir tasvir: “Trafik yoğundu yine. Konserve kutuları açılmış, insanlar balık istifi dökülmüşlerdi yollara. Koca caddenin iki yanındaki apartmanlardan, hanlardan oluk oluk insan, önce kaldırımlara akıyor, sığmıyor, lime lime caddeye taşıyordu.” (s. 23) Ben bunu uzun süredir kaldıramıyorum, manzara çizimi gördüğüm zaman amcalara numaralarını göstermeye çalışan çocuklar geliyor aklıma, kitabı kapatasım geliyor ama kapamıyorum belki bir şey çıkar diye. Çıkıyor gerçekten, sondan bir önceki öykü bütün kitabı okumaya değer. Ne yap, akışta ver, ölçeği büyüterek veya küçülterek ver, sabit kamera muamelesi yapma anlatıya. Şunlar gerçekten umurumda değil, hikâyenin çok az bir bölümünü ilgilendiriyor o kalabalık mesela, evlerine varmaya çalışan insanların ellerindeki poşetler hiç ilgilendirmiyor, bu durumda neden bir plan yaratma çabası bilmem. Bernhard’ın dediğini tutuyorum, betimlemeye, her şeyin o kadar da açık seçik olmasına gerek yok. İşte, yeni bir inşaat var, civarda oturanlar binanın günden güne yükselişini izliyorlar. İki işçi çıkıyor oradan, yaşlı olanı seyyar satıcıdan bir miktar erik alıyor. Sıkışık trafikte bekleyen araçlardan birinde tatlı bir kız var, annesine seslenip erik istediğini söylemiş ama oyalı boyalı annesi hiç oralı olmamış, öfpüf etmiş trafiğe bakarak. Yaşlı olan işçi kızın mutsuzluğunu görüyor, arabaya yanaşıyor, içeri atıveriyor eriklerin yarısını. İyi, anlatım kötü. “Lütfen Bir Ceza…” yine böyle, arabası çekilen bir adam mağaradan yeni çıkmış gibi ortalığı yangına verir, mevzuyla alakalı hiçbir şey bilmediği için oradan oraya koşturur, milletin ağız kokusunu çeker. Absürtlük buradan doğmaz ama, Aziz Nesin yasanın, kuralın açığını, kafaya göre yorumlanışını alıp da yazıyordu metinlerini, bizim şapşiğin olayı ardı yanan inek gibi sıfır bilgiyle oradan oraya koşması. Otoparka gider, aracına ceza yazılması gerektiğini öğrenir, sonra gidip polis arar ki ceza yazdırsın. Her şeyi hallettikten sonra otopark ücretini ödemez, dayaktan otoparkçının yufka yüreği sayesinde kurtulur, basar gider. Ücretin meşruluğu ayrı tartışılır, bu öyküdeki karakter pırıl pırıl bir sığır gibi davrandığı için yırtması can sıkıyor. Düşmeyelim o kadar, özdeşime girmeyelim fakat öykü de can sıkıyor. “Kötü Bir Yaratık” sonundaki şoroloptan başka marifet içermeyen bir öykü, eğitim alıp duygusuzlaşan varlığın neliği belirsiz olduğu için her yere gidebilecek öykü o haliyle öykü belki, hani belirsizliğiyle maruf. Nesneye dair malumat verildi mi nitelik cort, numara çekmekten ibaret öykü ne kadar öykü. Darbe zamanlarından iki öykü var, orta karar. Alegorik, fantastik bir öykü daha var, sıcağı sıcağına yazılmış, yine orta karar. Şehir varmış işte, eskiden süpermiş, yeni ağa bütün binaları siyaha boyatınca batmış. Pembe ışıklar saçan bir ev siyah boya tutmuyormuş da nasıl tutmazmış, devletin bütün imkanları hemen seferber edilmiş, koca devlet küçücük eve karşı. Böyle bir öykü, elbette ev ve şehir kazanıyor, zalimler tepikleniyor.
İki öyküyü biraz açıp bitireceğim, kitaptaki en iyi öyküler bunlar: “Sessizlik” bir şeyler yazmaya çalışan, aynı zamanda ailesine de zaman ayırmak için uğraşan bir kadının sıkıntılı günlerine odaklanıyor. Kadının yazdıklarını ayrı bölümlerde görüyoruz, eşiyle boğuşması esas hikâye. Alışamamış adam, kadının en başta söylediklerini -yazmak, yalnızlık, sevgi, fedakarlık- kabul etmiş ama uygulayamamış, haliyle aralarında korkunç bir soğukluk var artık. Çocuklar yine idare edilebilir, iki gülüşe tav oluyorlar ama adam için aynı durum söz konusu değil, kitabın son öyküsünü de tamamlayıp oh çeken kadının kutlama niyetine yaptığı yemekleri yemiyor mesela, her gün geç gelmeye başlıyor. Kadın mutsuz, kitabı tamamlaması bir yeri tamamlıyor da eksiği kapatamıyor, o da yeni bir öykü yazmaya başlıyor: Eşinin uğraşı yüzünden başka kadınlara giden adamı. “Bir Ayaz Ki…” yaşlı bir adamı ezen mersedesin, yaşlı adamın, sokağın, insanın, olayla bir şekilde ilişkili herkesin ayrı ayrı panlanarak uç uca tutturulduğu bir öykü, başarılı. Bu iki öykü de anlatım biçimleriyle, anlattıklarıyla öne çıkıyor, keşke diğer öyküler de bu ikisinin kalibresinde olsaydı.
Denk gelen okusun, öyküdür.
Cevap yaz