Osman Hamdi Bey’in Palmira’da çekilmiş bir fotoğrafı var, harabelerdeki sütunlardan birinin üstüne elini koymuş Osman Hamdi, kalıtları sahiplenmiş. Yardımcısı Osgan Efendi’yle birlikte Nemrut’ta da kaz allah kaz, sonra Lübnan, en sonunda Müze-i Hümayun’u ayağa kaldırmak için yıllar boyunca uğraş. Arkeoloji siyasetinde adının hemen her başlıkta geçmesi doğal, Osmanlı’da ilk arkeolog, nizamnameler konusunda da etkili zira Batılı arkeologlar üfüre üfüre üç müzelik eser götürmüşler Anadolu’dan. Hikâyenin başında aynı tarihlerde kurulan Metropolitan Museum of Art’la Müze-i Hümayun’u kıyaslayarak tabloyu ortaya koyuyor Çelik, milyonerlerin bağışlarıyla uçuşa geçen Metropolitan eser alımında muazzam paralar harcarken bizde yabancıların çıkardıklarının üçte birini alma usulü var başta, üçte birini toprak sahibi alıyor, üçte birini de arkeolog, eh, arkeologların sponsorları malum, hemen pazarlığa girişerek toprağı satın alıyorlar ve paylarını artırıyorlar, çıkardıklarının tamamını da beyan etmeyince coşuyor Avrupa’nın, ABD’nin müzeleri. Yerlilerin saklayıp okutmaya çalıştığı parçalar var, işçilerle ilgili bölümde ayrıntılarıyla görüyoruz, en sonunda tam bir güvenlik sağlanana kadar Batılıların gelmemesi bile söz konusu olacak zira hiçbir nizamname tam olarak engelleyememiş sızmayı, kaçırılanlar Müze-i Hümayun’dakilere oranla dağlar taşlar. Zort noktası şu: Metropolitan’ın müdürü Pierpont Morgan söylentilerden yola çıkarak Paris’teki temsilcisine bir mektup yazıyor, hani Osmanlı “ağırlıklardan kurtulmak için” satışa başlarsa İskender’in lahdi başta olmak üzere -sonradan anlaşılmış ki lahit İskender’in değil, yine de adı öyle kalmış- pek çok eseri satın almak için teyakkuza geçilebilir. Söylentinin doğru olmadığı ortaya çıkıyor, İkinci Meşrutiyet hükümeti yıkıcı savaşların pençesinde olsa da kamusal zenginliğini elden çıkaracak kadar umutsuz durumda değil. Başta kamusal değil tabii, sadece uzmanlara gösterilen bir koleksiyon var Müze’de, Osman Hamdi uğraşından emin olduğu, sadece saygı duyduğu araştırmacılara gösteriyor eserleri, o da kısa süreliğine, ışığın eserlere zarar vermemesi için. Arkeoloğun fırsatçılığından, cimriliğinden, genel olarak da Osmanlıların tarihî eserleri muhafaza edemeyeceğinden şikayet eden çok, diğer yanda en iyi muhafaza etme yöntemlerini araştırıp sergi konusunda da kafa patlattığı için öveni de çok, aslında Osman Hamdi’ye yöneltilen olumsuz eleştirilerin aşırıları genellenirse Osmanlı’nın kısa süre öncesine dek tarihî eserleri umursamaması üzerinden bir üstünlük kurma, bu sayede eserler üzerinde hak sahibi olma gayesi güdüldüğü görülüyor. İsimleri vermiyorum, sadece olaylara değineceğim, örneğin Anadolu’daki önemli yapılar Osman Hamdi’nin kardeşi Halil Ethem tarafından kontrol edilmiş, dönemin ünlü bir dergisinde fotoğraflarla birlikte görüşlerini de paylaşıyor Halil Ethem, durum berbat. Ödenek ayrılmış ama tamirat yapılmamış, ödenek ayrılmamış ve seccadelerine kadar soyulmuş yıkılmaya yüz tutan nice cami, hayvanlar dolanıyor içinde, mezbelelik. Sırf bu da değil, Topkapı Sarayı’nda padişah kayıkları var, geceleri mehtaba çıkıp takılıyorlar, Abdülhak Şinasi’nin dediği gibi tülü yavaşça yarar gibi ilerliyorlar gecede, bu kayıklar da berbat durumda. Çok ilginç bir metin aslında, geçmişe sahip çıkılmadığının ispatı. Mahir Polat olsa teker teker restore eder, diriltirdi hepsini. Mahir Polat’a özgürlük, bu-daha-başlangıç-mücadeleye-devam! Bunlar işin bir yüzü, kazı alanlarında çalışan işçilerin hallerinden arkeologların barınma koşullarına dek geniş bir yelpazede sürdürmüş araştırmalarını Çelik, on numara beş yıldız araştırma, benim için ilginç olan noktaları ele alacağım sadece. Ele almadığım ne var, Çinili Köşk’ün sol tarafına yapılan ek falan, kısacası müzenin genişletilmesi ve son halini alması, o dönemin dergilerinde Osmanlı entelektüelinin tarihî eserlere bakışı. Bu biraz ilginç gerçi, Servet-i Fünun‘da yayımlanan yazılarda öznel yorumların yanında eserlerin geçmişi de yer alıyor bazı, Nazmi Ziya gibi muharrirler gezip gördükleri yerleri tanıtırlarken bizdeki müzeleri kamuya “indirme” konusunda eleştirilerini de sıralıyorlar, yurt dışında işçilerin, öğrencilerin ziyaret etmeleri için türlü düzenlemelerle biçimlenen müze konsepti bizde pek karşılık bulmuyor, ağırlıklı olarak akademik çalışma mekânı müzeler. Batılıların eserleri kollama konusunda öne sürdükleri bir argüman da bu: ne Osmanlı tarihi yaşatacak kadar ehil ne de halk bu konuda duyarlı, o zaman kalıntıların korunması Batı’ya düşüyor. Halikarnas Balıkçısı mı diyordu, sanırım, Ege’nin antik kentlerindeki kepazelikleri görünce eserlerin Batı’daki müzelerde iyi şartlarda korunmasının evlâ olacağını söylüyordu. “Sonsöz” bu konuya ayrılmış, milliyetçi veya evrensel görüş söz konusu, yani Yunan medeniyeti Batı medeniyetinin temellerini oluşturuyorsa Akropol olduğu gibi ABD’ye taşınabilir aşırı yoruma göre. En doğrusu tarihi yaşandığı yerde sergilemek.
İşçilere, çalışma şartlarına bakalım, asıl hikâye bu bölümlerde. Öncelikle hasat zamanı gelince arkeologlar yevmiyelerinin yüz katını bile verseler durmuyor işçiler, gidip tarlada çalışıyorlar. Oryantalist bakış turistik rehberlerde, arkeologların anılarında ve hatta Osman Hamdi’nin görüşlerinde var, milliyete göre ayırmaca da var, mesela Rumlar şamatacılar, Türkler güçlüler ve iyi çalışıyorlar, Araplar seri işlerde başarılılar ama en ufak bir anlaşmazlıkta silahlarını çekebiliyorlar hemen, ateşle barut gibiler. Çok önemli bir lahit mi çıkardılar mesela, hemen şenlik düzenleyip coşuyorlar. Kimi bu sevincin sadece keşiften kaynaklı olduğunu düşünürken kimi de yaşadığı mekânın tarihini aydınlatan insanın doğal davranışı olduğunu ileri sürüyor, yani kazılarda çalışan işçilerin ahmak olduklarını, aslında neyle uğraştıklarını bilmediklerini düşünmek doğru değil. Yük hayvanlarını kullanmaya gönülleri yok, ilkel yöntemlerle taşıyorlar toprağı, arkeologları kızdırıyorlar ama nasıl iş görüyorlarsa öyle, icat çıkarmıyorlar. Kazıyı sürdürenler çıkarıyorlar zira onca buluntuyu taşımak lazım ama bürokrasi nizamnameden nizamnameye sertleştiği için mesela demiryolunu kullanmakla işgal etmek aynı anlama geliyor bir zamandan sonra, hemen küçük bir lokomotif uyduruluyor ve hızlıca hallediliyor nakliye işi. Elde hemen hiç veri olmadığı için ne yiyip içtikleri hakkında bilgi veremiyor Çelik, açlıktan kıvranmadıklarını ve haklarını aldıklarını düşünebiliriz genel olarak. Verimli geçen bir günün ardından Osman Hamdi’nin ziyafet sofrasıyla ödüllendirdiği biliniyor işçilerini, zaten kazı grupları da öyle çok kalabalık değil. En babası üç yüz kişi, o da çok geniş çalışma alanlarında. On, yirmi kişilik ekipler var, onların gördüğü iş yetiyor çoğu zaman. Bürokrasi dedik, hırsızlık o kadar artıyor ki kazıların başına memur dikiliyor bir tane, satın alınmazsa memleketin kültür varlığını koruyor. Diğer yanda işçiler var, arkeologlar, üçü de birbirine karşı uyanık olmak zorunda. Şutlanan arkeologların olduğunu biliyoruz, Osmanlı için kaybedilmiş davanın sonunda gelmeye devam ediyorlar. Çelik pek değinmese de seziliyor, fiyat kırmaya çalışıyorlar, daha fazla işçi bulmaya çalışıyorlar, sektör oluştuğu için tecrübeli ekipler tecrübesizlere göre daha iyi yevmiye alıyor bunlardan. Yerel halkın küçük nesnelere olan ilgisi sadece antikacılara satmak için saklama isteğinden doğmuyor, bu insanlar yaşadıkları yeri öyle benimsemişler ki ne çıkarırlarsa görmek istiyorlar, gurur duyuyorlar yaptıkları işle. Şu paragraftaki seyircilere onları da katabiliriz, alıntıyla bitireyim: “Osman Hamdi, Sayda’da ortaya çıkardığı lahitlere duyulan yerel ilgiyi daha geniş bir açıdan yorumluyordu. Bunları görmek konusunda yerel sakinler ve seyyahlar o kadar istekliydi ki, Osman Hamdi bir limon bahçesinde ‘sahici bir müze’, ‘bir eski eserler bahçesi’ kurmak zorunda kaldı; ‘sanatsal harikalar’ burada bir süre sergilendi. Aynı zamanda kazı alanının kendisi bir şölen platformuna dönüştü. Kazı sürecinin sonuna doğru bir günde bir başka güzel lahit daha bulununca, Osman Hamdi işçilerin isteği üzerine çalgıcıları çağırdı. Müzik, çalışmaya eşlik etti ve siperin etrafında toplanmış ‘dört-beş yüz insan’ lahit çıkarılırken ‘kendiliğinden bir heyecan patlaması içinde’ işçilere katıldı.” (s. 195)
Cevap yaz