Zeynep Aliye’nin çoğu Cumhuriyet‘te çıkan yazılarını içeriyor, en eski röportaj 90’ların ortalarına, en yenisi 2000’lerin başına ait. Aliye öyküleriyle ödüller almış bir yazar, incelediği yazarların metinlerine öykücü duyarlılığıyla yaklaşıyor, yetkinlikle yorumluyor. Röportajların sayısı daha fazla, sevilen yazarların ve şairlerin o dönemdeki edebi anlayışlarını, memleketin edebiyat ortamına dair görüşlerini keşfetmek hoş. İlhan Berk’e bakalım, Jakobson’dan Abdülhak Hamit’e kadar pek çok isim sayarak kaynaklarını değerlendiriyor kısa kısa. Her şairin geride en az üç beş dize bırakması gerektiğinden, Abdülhak Hamit’ten kendisine on iki dize kaldığından bahsediyor. Yahya Kemal’in de böyle bir değerlendirme ayarı var, yorumladığı şairlerin şiirlerinin ya şiir olmadığını ya da değer taşıyan üretimlerinin birkaç dizeden ibaret olduğunu söylemiş Günyol’a göre, Berk belki bu çıkarım biçimini Yahya Kemal’den edinmiştir. Neyse, yeni nesil şairlerin “dip dibe” olduklarını ve şiirlerinin çok süslü olduğunu söylüyor, klikleri eleştiriyor, şiirlerin tek tipleşmesine karşı çıkıyor biraz, ayrıca şairlerin “çok yazdıklarını” da ekliyor. Berk’e göre şiir yaşlılıkta var, az var, eskimiş akımların şiirlerini diriltme amacıyla yazılanlardaysa hiç yok. Düz yazıyla şiir arasındaki en büyük fark anlam, şiirin sadece uyandırdıkları anlaşılabilir, taşımaya çalışarak kendini değilleyen anlamı değil. Kendi şiir anlayışının Dün Dağlarda Dolaştım Evde Yoktum‘la tamamen değiştiğini söylüyor Berk, o güne kadar yazdıklarını ters yüz eden kitabının anlaşılmasını istiyor. Şu da iyi: “‘Ben bugüne dek, geçen bir bulut için, ‘ne güzeldir’ demeye vakit bulamamışımdır. Şiir bana dünyayı haram etmiştir.’” (s. 159) Nâzım Hikmet’in yıkıcılık yönünün etkisi altında olduğunu, sadece şairler için şiir yazdığını söylüyor, noktayı koyuyor. Hemen ardından Salâh Birsel geliyor, üsluba doyuyoruz. Kısa bir aile tarihçesi çıkardıktan sonra romanlarını anlatıyor, daha onlu yaşlarının başında 436 sayfalık bir roman yazmış, başka pek çok şey de yazmış ama on sekiz yaşına gelince hepsini imha etmiş, ilk şiir kitabının ardından poetikasını yazmış, başka kimsenin böyle bir işe girişmediğini söylüyor. Şiirle matematiği birbirine yakınlaştırarak kullanılan sözcükler kadar kullanılmayanların da bir şiirin oluşmasında etkili olduğunu belirtiyor. Ardından günlüklerinden bahsediyor, denemelerinde duyurmak istediği müziğin “caz” olduğunu söylüyor, ilk düşünce romanını da kendisinin yazdığını, ardından Melih Cevdet Anday’ın geldiğini ekliyor. Birsel dobra bir adam, eleştirmenlerin derslerine pek çalışmadıklarını, ödül jürilerinin işlerini iyi yapmadığını söylüyor. O güne kadar hiçbir eleştirmene şiirlerini yollamamış, reklam yapmamış kısaca. Dolu dolu bir söyleşi bekliyor okuru, Birsel çok orijinal bir adam.
Attilâ İlhan’ın iki söyleşisi var, ikisi de dolu dolu yine. Yaşar Nabi bir şiiri içinde otomatik çekiçler geçiyor diye yayımlamamış, dönemin siyasal ortamı ve İlhan’ın kişiliği camiadaki çoğu insanı korkutmuş belli ki. Lafını esirgemiyor mesela: “Ben yeni toplumcu temalar keşfederim kendi toplumumuzun içinde. Bu yüzden de eleştirmenler bu temayı nereye koyacaklarını şaşırdılar. Bu da bir sorumluluk yükler: Onları aydınlatmak lazım. Ve ne hazin bir şey; dünyanın her yerinde eleştirmenler yazarları aydınlatır, bizde yazarlar eleştirmenleri aydınlatmaya çalışırlar.” (s. 67) İlk kent şiiri ve metropol romanı İlhan’a ait, iddiasına göre kendisinden önce öyle şeyler yazan biri yok. Romanlarında metropolün bütün bileşenlerine yer vermeye çalıştığını söylüyor, her kesimden ve görüşten insan yer almalı metinlerinde. Şair sayılmasının sebebini dergilerde şiire yer vermenin daha ekonomik olmasına bağlıyor, şiir daha az yer tutuyor ama öykü öyle değil, oysa öyküleri ve romanları da en az şiirleri kadar iyidir İlhan’ın, üniversitede birer birer devirmiştim, Aynanın İçindekiler şahane bir seri. Neyse, şiirlerini ne zaman ve ne koşullarda yazdığını da belirtiyor ki Türkiye’de bunu yapacak araştırmacılar olmadığı için kaynağa ulaşma işi kolaylaşsın. Sait Faik’in öykülerini beğeniyor, diğer yandan anlatılarını bilgi zeminine oturtmaya çalıştığını söyleyerek dostunun edebi anlayışıyla kendi zevklerini kıyaslıyor, metinlerinin planını çıkarıyor. Orhan Pamuk’u eleştiriyor arada, Pamuk’ta bilgi var ama “görgü” yok, gözlemcilik yok. Etkilendiği yazarları da saydıktan sonra noktalıyor söyleşiyi. İkinci kısım Sevgi Soysal’la ilgili. İlhan, Özdemir Nutku’nun eşi olan genç kadınla tanıştıktan çok sonra kendisine ulaştırılan dosyalara bakıyor, iyi bir yazar var karşısında. Sevgi Soysal’ı hatırlamıyor, soyaddan ötürü. Sonra mevzuyu öğreniyor, dost oluyorlar. Ne yazık ki dostunun “ölümünü örgütlemek” zorunda kalıyor İlhan, Soysal ölene kadar yapılacaklar listesini belirliyor, acı sona kadar durmadan yazıyor Soysal ama son metnini tamamlayamıyor. Veda niyetine bir söyleşi bu.
Orhan Duru’yla yapılan röportaj ne yazık ki çok kısa. Bilimkurgunun adını koyan adam türü anlatıyor, Yoksullar Geliyor üzerine konuşuyor biraz. Orhan Pamuk’u ve İhsan Oktay Anar’ı beğenerek okuduğunu söylüyor, bu kadar. Mehmet H. Doğan’la daha çok şiir yıllıkları üzerinden dönen bir röportaj var. Ataol Behramoğlu kendi kuşağının ve yeni neslin şiirini değerlendiriyor. Vedat Günyol’un bölümü hoş, Aliye röportaj yapmamış ama belli ki Günyol’la konuşmuş, bu değerli insanın hayatını anlatıyor. Birkaç şey denemelerinde yok mesela Günyol’un, Haydarpaşa Lisesi’nde okuyan yeğenine Türkçeye ilk kez kendisinin çevirdiği Değişim‘i veriyor, okulda hocalık yapan Ahmet Kabaklı ve eşi Behice Hanım kıyameti koparıyor, onlara göre Kafka komünist, yeğen de okulda komünizm propagandası yapıyor. Garip. Günyol’a göre Nurullah Ataç, Fethi Naci ve Semih Gümüş iyi eleştirmenler. Takma ad kullanma olayına da değiniyor, hatırladığım kadarıyla denemelerinde ve günlüklerinde bu bilgi yok. Aynı dergiye üç beş yazı birden yolladığı zaman A. Candan, Gündat, A. Eleme gibi takma adlar kullanırmış. Pek çok öğrencisi önemli yerlere gelmiş, Atalay Yörükoğlu mesela, Fakir Baykurt ve Cahit Orhan Tütengil de öğrencisiymiş, ne güzel. Turgut Özakman röportajı haliyle siyasi bir havaya sahip, tarih ve edebiyat konuşulurken Türkiye’nin hali ele alınıyor daha çok. Gürsel Aytaç, Ayla Kutlu, Erhan Bener, Tarık Dursun K. gibi önemli isimler için de bölümler ayrılmış, özellikle Bener’in röportajı ilgi çekici. Böcek‘i üç ay içinde yazmasına sebep olan öğrenci hareketlerini anlatıyor, denebilir ki Yiğit Bener tıp fakültesinde okurken öğrenci olaylarına katılıp karakola tıkılmasaymış Erhan Bener oğlunu ve oğlunun arkadaşlarını kurtarmaya gitmeyecek, üniversite öğrencilerine hakaretler eden komiserin karşısında dikilmeyecek ve romanının kahramanını görmeyecekmiş, metnini yazamayacakmış. Bunun yanında Vüs’at O. Bener’e çok şey borçlu olduğunu, birbirlerini ketlemediklerini söylüyor. Aynı meseleleri farklı türlerde ele almışlar, paralel okuma şart.
İyi bir kitap bu. Röportaj yapılanların çoğu günümüzde yaşamıyor, vefatlarına yakın neler söylediklerini görmek isteyenler okusun. Edebiyata ilgi duyan herkes okusun hatta.
Çok teşekkür ederim. Güzel bir değerlendirme olmuş. Sevgi ve selammlarımla.
Metniniz için ben teşekkür ederim, selamlar.