Lirizme boğulmayan öykülerde ilginç bir şey var, hani tuhaf kurguya temel bir imgelem diyeceğim, “ben”in açıklanması ve hayal gücünün kudretinin gerçeklikle sınanmasıyla kalmasa, atmosferde gedikler açılmasa bu yüzden, dört dörtlük öykülere varırdık. Böylesi üç dörtlük, aksak da iyi tınlıyor, tam öyküler çünkü. Özgül biçimi tutarlı, anlatıcının duygulanımları dengenin bozulmasına yol açsa da devrilmiyor, tutunuyor anlatıma, iyi. “Paslı Demir ve Sardunya” doğrudan taramayla başlıyor, anlatıcı nedir, neye haizdir, niteliklerini o kadar faş etmese, edebî ataklar geçirmese olmaz mıydı, bakalım. “Kendimi tüm yönlerin kesişme noktasında asılı bir şapka gibi duyumsuyorum bazen… çoğu zaman… Açıklıklara özlemli… Üstelik bir çağrı da almışım hâlâ gümüş ışıkların yağdığı, yeşil evlerin saçaklarına kırlangıçların yuvalandığı uzaklardan… Birden kamburumu ayrımsıyorum… Gidemem… Gücüm yok…” (s. 82) Buradan umutsuzluğa varacağız, olaylardan ve görüntülerden fışkıran her ögeyi, her duyguyu ve algıyı taşıyor, seslerin renklere çevrimi zihinde, sinestetik karakter. Umutsuzluğa varmak için öğrenmek zorunda kaldığımız onca lüzumsuz hisleniş, üstelik şeylerin iç içe geçmesinin yarattığı yaşam zorluğunun tekrarları sarkıyor öyküden, hikâye sürdükçe düşmüyor anca. Tüm yönlerin kesişme noktasında anlatıcı, kuzeyinde Jülyet var, her şeyin çökmekte olduğunun o da farkında, kuşların gittiğini ve ozonun delindiğini biliyor, ansızın biliyor, uyandırıyor öyküden. Bu da iyi değil. Anlatıcının düşüncesinde her şeyin varlığını devam ettirmesi, anlatıcının ölümünden sonra bile, Jülyet’in umuduyla yaşar kalması teselli çünkü Ölüm’le Umutsuzluk’un kol kola girdiğini, büyük kentlerde yaşayanların bu ikilinin gölgesinde var olmaya çalıştıklarını söylüyor anlatıcı, umudu Jülyet’in buluşlarında. Sesini yapraklar kaydedebilir, bir tanrının oyuncağı olmadığını anlamış neyse ki, gözleri doluyor konuştuğunda. Anlatıcının gözyaşı dökme yetisi yok, ne yetisi var, sırf anlatma yetisi bile özünün yaratıcılığını gösterir. Jülyet’in kontrastı Özgür olmalı, Jülyet’in üst katında yaşıyor, çevirilere boğulmasının nedeni ailesinin griden siyaha kayması zaman zaman. Baba höykürüyor ailesine, anne bir saat kulesi olmayı düşlüyor, Özgür’ün dilinde bir şiir, Jülyet’in yolladığı öpücükler, anlatıcı Afrika’nın köylerindeki tamtamlara, İpek Yolu’ndaki kervanlara varıyor, dünyayı oluşun ipleriyle bağlıyor, harflerin imlediği renkleri sayıyor ve gökyüzüyle denizin kenetleneceği zamana dek beklemeye devam ediyor. Uzak, bağdaşmayan zamanların bir araya getirilmesinde maharet var, karakterlerin bu zamanların birindeki tek boyutlu yapıları da onca genişliğin içinde makul zira yukarılardan bakınca derinlik ortadan kalkar. Eksiltilmeliydi aslında, daha pek bir öykü olsa anlatıcının tekinsizliği de parlardı.
“Bir Denklem ve K I L A U E A” parlak öykülerden, ne katıldıysa tutmuştur. Denklem incelemesi, bilinmeyen kadar bilinenin de ontolojisi çünkü gösterilenlerin ilettiği bilginin ötesinde bir varlık sebebi vardır, olmalıdır ki bir şeyin bir şeye denkliğini sırf biliş üzerinden kurmak eksik bırakacaktır göstereni. “X=84=(K+I+L+A+U+E+A) için açılım çeşitliliği zengindir, anlatıcı kavramla kavrama konan ismi tokuşturarak denklemi inceleyeceği noktaya gelir, nedir, biyolojik anlamda yaşamı hem saklayıp hem yaratan şeyin yumurtalığı kadar ayın dolunluğu kurt adam, hırsız, ressam, müzisyendir, yumurtanın resmi X’in yerine ikame edilemez veya edilebilir, ikisi de kendi olmayan bir şeyi gösterecektir ama kendini gösterdiğinden ayrı tutmayacaktır, kısacası şeylerin şeyliğinin boyutları engindir, felsefeye uğramadan devam etmeli zira kurgu. Canlı bir şey mi X, ayırıcı olursa canlılığı, bir şekilde çözüme yaklaştıracaktır ama işaretlerin bir problem doğurmasından başka işe yaradıkları elbet görülmüştür, bağlam belliyse bir problem çözülecek veya bir bilinmeyen-bilinen bir başkasıyla eşlenecektir. Anlatıcı X üzerinden gider başta, görünüme geçer, fenomene geçer, makine yaşamın imine geçer zira X’te teneke aklın izi de bulunur. Hawaii’de bir evin, Pele nam çocuğun gençliğinin, pek çok verinin toplandığı imgedir X, anlatıcının kendisini bile kapsar, dedikten sonra yine mi anlatıcı, anlatıcı kendini anlatmayı neden bu kadar çok seviyor, anlatıcı neden hep araya giriyor, yazı masasının başına neden oturduğuyla neden ilgilenmeliyiz bu karmakarışık anlatıyla meşgulken, ne yazdığıyla neden, verdiği bilgilerle sonuca ulaşamamamızla dalga geçmesi tamam, gerisi cort. On maddede sıralıyor sonra, X’le ilgili açıklamalarını özetliyor: hem canlı hem cansız sayılabilir, soğukkanlılar acımasız olabilirler ve kendilerine duydukları güveni şiddete yönlendirebilirler, hiçbir şey göründüğü gibi olmasa da X hiç değildir, kızdırılmaya tahammülü yoktur, elipse benzeyen her şey yumurta olabilir veya olamaz, onuncu maddeyi anlatıcı kendine saklıyor. 84’e gelemiyoruz, devamında artıların birleştirdiği harflerden ne çıkacaksa, bir de camı kırılmış anlatıcının, yumurta şeklinde bir delik ama ne olduğunu kim bilebilir, canlı veya cansız. Döndürmeceli öykü, en sevdiğim. Aliye’nin ilginç şeyler denediği öykülerinden diğeri “I.Ö -I. S.” bir poşet mandalinayla eve dönmeye çalışan anlatıcının korkunç patlamayı duymasıyla açılmıyor, Independente‘nin yanışıyla anlatıcının falakalardan, işkencelerden geçişi arasındaki bağla başlıyor, iki nesnenin despotizme karşı konumu yok olmakta birleşiyor ama isimler kaldıktan sonra, birinin diğerine üstünlük kurma çabası, yani sermayeyle iktidarın ucubesine karşı direnen öznenin destanı anlatılıyor zira ikisi de yanarken biri yükseliyor, diğeri suyun altına. Yüzeyine aynı zamanda, doğanın katli. Öyküde geçmiyor mevzu, 1979’daki tanker kazasının ardından alevlerin akacağı başka bir nokta kalmaması, Kadıköy’ün denizinin yanması, sonra Kenan, anlatıcının tanrılığı, hani doğrudan değil ama çağrışımla bir tuhaf kurgusal dünya. “Independente çoktan traş bıçağı olmuştur. Siz hâlâ ilkel yöntemlerle traş olanlardansanız, bu sabah beni, Kenan’ı, büyük gemilerde kaptanlık yapmış o eski denizciyi hatırlayın diye yazdım biraz da bu öyküyü.” (s. 66) Bulutlar korosu, Hektor, adı geçmese de gölgesi metne düşen Odysseus uzak, tuhaf zamanlardan çağrılmışlar, karşımıza çıkıyorlar. Bölümler halinde bağlananı da var öyküler arasında, bir yangının bağladığı iki hikâye, Edith Piaf’a ithaf edilen aynalı öykü, kendini yansımalarıyla bezemeye çalışan, bezemelerinden yine aynayla kurtulmaya çalışan kadının hikâyesi, bunlar hoş öyküler, taklalı. “Bahar’ın İlk Baharı” gibi klasik anlatıya yaslananların başa konması, eh, sıradan okuru kaçırmamak için. Taksiden iniyor Bahar, parlak binaya doğru yürüyor, asansöre binenlerin cinsel organlardan oluştuklarını düşünüyor, cinsel organların arasında dolanırken sırasının geldiğini fark ediyor, şansına iyi birinin denk gelmesini bekliyor ama tekerlekli sandalyesinde bir ihtiyarla karşılaşıyor, dank son. Arada bir yerde Mehlika Sultan’ı hatırlıyor, anneannesinin uyarısını, hani sonunun annesine benzememesine dair, bunları da çıkarmalı öyküden, dank sonları toptan çıkarmalı zaten. “Ölüm’ün Ölümü”, belli bir anlatı konsepti etrafına örülmüş öykülerin toplanması fikrinden vazgeçmek gerekiyor artık, aynı üslubun ürünlerini arka arkaya koymamak, hele bir kitabı tamamen bunlarla doldurmamak gerekiyor ama bu kadar zayıf bir öyküyü çeşitlilik namına da almamalı. Yaşam’la Ölüm evlenmişler, Umut kurtarmayı bekliyor Yaşam’ı, Ölüm’ün eli kuvvetli, bilmem ne. “Eksik Büst”le bitireyim, kitaptaki en iyi öykülerden biri. Dadaist yontu diye tanımlanan, karakterlerden birinin şekillendirdiği büst işlenmeye hazır yine, sanatçı yeni parçalar eklerken hem büstün temsil ettiğini gizlemeye çalışıyor hem de kapıya yığılacakların hedefini şaşırtmak istiyor zira polisler darmadağın edecekler yaşamları, her şeyi alıp götürecekler, büstü de, o zaman sanatı biraz büküp muktedirin elinden kurtarmalı, direnişin simgesi olarak korumalı.
Cevap yaz