“Kaçak Elektrik” ilk öykü, ismi içeriğin özeti olmasa iyiymiş. Neşe Karaböcek ve Greta Garbo anıştırmaları çizilen çemberin dışına kaçan benzeti parçaları, kurmaca dengesini bozan oyunlar. Anlatıcıya yağmurun sesine bakmasını söylüyor Neşe Karaböcek, anlatıcının bakacak durumu yok. Elleri koynunda, evin içinde dolanıp ısınmanın yollarını arıyor. Yakıt yok, para yok, elektrik kesik. Eşi yüzüne bir Greta Garbo melankolisi takınan soylu ve mağrur bir kadın, güzel ama sinematografik canlandırmaya dayanan bir durum yok öyküde, şarkıya meyleden bir anlatım da yok, haliyle oynanmak için oynanan bir oyun bu. Anlatıcının kumruyla kurduğu diyalog olur mesela, odun sobasının eskiciye satılmasına ses çıkarmamasını ve diğer hatalarını dıştalayıp kumrunun ağzından dinleyebilir, güzel. Küçük kızının bale gösterisinden aldığı ilhamla evde herkese bale yaptırması matrak ama yoklukla bale çatışıyor, belki halk oyunu? Komşunun televizyonundan duyulan sesi kendi kapalı televizyonunda görüntüyü canlandırarak işlemesi de güzel ve haliyle buruk bir fikir, sonrasında eşiyle kavga eden anlatıcının, “Canın cehenneme!” demesi çok kötü. Garbo’yla bağlantıyı buradan kurabilir miyiz acaba, anlatıcının sinema düşkünlüğüne dair bir şey yok bu kez de. Sonraları anlatıcı mühürlenmiş elektriği açıyor, film karakterlerine benzeyen iki memur sigara parası karşılığında dokunmayacaklarını söylüyorlar ama anlatıcının cebinde o da yok. Daha düşük kalitede bir sigaraya fit oluyor memurlar, öykü bitiyor. Hoş, eğlenceli bir anlatım, bol çapak. Bu arada demin teneffüs zili çaldı, odaya gelen Adanalı bir arkadaşa sordum, “canın cehenneme” kalıbı orada sık kullanılırmış. Öyleyse lafım geri.
“Hayati Kaymış” da vadettiğinden çok daha azını sunan bir öykü, baştaki tikin ve ismin doğurduğu merak tatmin edilmiyor. Hayati fabrikada çalışan bir eleman, fabrika bekçisi koltukaltına parmak atınca “Ananı!” diye bağırıyor, bekçiyi görenler parmak atmaya başlıyor ve adamı kıvrandırıyorlar, sonrasında bekçi, “Tamam arkadaşlar tamam,” diyerek durduruyor milleti. Karakterler aşırı kitabî konuşuyorlar, Doruk’un öykülerindeki en önemli problem bu. Fabrika ortamında, mahallede, kahvede daha bir argolu dil, jargon kullanılsa ikilik doğmazdı. Hayati’nin hayatında aşırı bir kaymışlık yok, maaşı aldığı gibi borçlara gidiyor, paranın bir kısmını tutuyor ki akşam askere gidecek oğluna harçlık verebilsin. Çocuğa ilk kez sigara ikram ediyor, babası da Hayati’ye askere gitmeden önce serbest etmiş sigarayı, beraber içmişler. Çocuk trene yollanıyor, Hayati’yi evde zırıl zırıl ağlarken bırakıyoruz. Kusurlarıyla kötü, anlatımı iyi bir öykü. Hemen ardından bence kitabın en iyi öyküsü geliyor, “Kaza”. Anlatıcı şair, resmî kayıtlara şairliği geçmemiş ama yaşamı şiirle yaşadığından, gördüğünden tek bir sözcük yazmasa bile şairdir. Otobüse biner, tek boş koltuğun neden boş olduğunu düşünmeden oturur ve yanındaki adamın çenesini yol boyu çeker. Geveze adamın dış monoloğu anlatının bir çizgisidir, diğeri bu dış monologla ve içsel süreçlerle harmanlanan bir düşünce akışıdır. Anlatıcının “şiir atı” dediği imgesel patlamayla âşık olduğu kadına dair imgeler doğar, düzyazı şiire benzer bir anlatıdır gerisi. Anlatıcı en sonunda otobüsü durdurur, gevezeyi yanına alır ve duygu durumunu sürdürebilmek için sigarayla rakıya yatırır parayı, gittikleri mekân kapanınca başka bir yere gitmek üzere kalkarlar ve öykü biter. Dengeli, başından sonuna aynı tonla yazılmış başarılı bir öykü. “Öksüz” de iyidir, patronundan zılgıt yiyen anlatıcının kıvranışıyla başlarız. Patron laf dinlemez, adamı muhasebeye gönderip alacağını aldırır ve yollar. Anlatıcı mahalleye dönerken hayal kurmaya başlar, elindeki parayla bir paket sigara alıp geri kalanını altılıya gömse? Kahvede oturan Öksüz’den rica eder, yaptığı kuponu yatırtır. Atlar koşmaya başlar, garip isimleri arka arkaya sıralayan spiker herkesi heyecanlandırır, o sıra Öksüz kebap ister anlatıcıdan, parası yoktur. Kuponun tutmasını beklemelerini söyler anlatıcı, arkadaşı Kenan’ın kuponu da tutarsa yaşadılar. Belki Öksüz de cebindeki son parasıyla kendine bir kupon yapıp yatırmıştır da zengin olur, parasını birahaneye gömer ya da kuponları yatırmamıştır da parasını birahaneye gömecektir zaten kupon yatacak diye, birahanedekiler bedava biraya hayır demeyecekleri için Öksüz’ün ısmarladıklarını içerlerken değirmenin suyunu sorgulamadan biraya katacaklardır veya tutan kuponlardan gelen paranın beşte birini Öksüz’e verirler, vermeliler, verseler? Durakta bekleyenlerin kendisine baktıklarını görür anlatıcı, kendi kendine konuşmaktadır. Mahalleye gitmez, işsizler kahvesinin önünde iner otobüsten. Güzel bir öykü bu da, Doruk kısa öyküleri daha derli toplu tutuyor sanırım. “Düztaban Zöhre Yokuşu” biraz daha uzun olsa da yine başarılı bir öykü, bol güvercinli. Sen belalı ben sevdalı bir mahallede Zöhre’nin damına bakan anlatıcı kadını göremez, göremeyecektir çünkü göçmüştür oradan Zöhre, geçmişi kalmıştır. Adana’nın çok hareketli bir mahallesi, Zöhre ve Kamalı Hasan’ın kuşçuluk yarışları. Taklacı güvercinlerin gökyüzüne çemberler çizdiği bir günden alıntı yapayım, Doruk’un dili hakkında bir fikir versin: “Çift kâğıtlısını Zöhre’yi ciğerlerine çeker gibi, dumanıyla onu boğmak ister gibi içen Kamalı, kargısının bezini bağlarken Zöhre ikinci gösterisini başlatıp Safi’sini, Buludi’sini, Zırhlı’sını, Aynalı’sını, Sakar’ını, Akrep’ini, Kırklı’sını, Paçalı’sını salıyor gökyüzüne. Kamalı kargısını sallayıp onları kendi damına çekmeye çalışırken Zöhre o güne kadar ne öğrenmişse hepsini savaş alanına sürüp bazen de kendini tutamayarak, ‘Haydi Safi, bu tarafa, bu tarafa!… Aynalı! Yukarı çık güzelim, daha yukarı!.. Aslan Sakar! Oğlum benim! Dön, dön, dön!’ diye bağırıp güvercinlerini yüreklendiriyor, onlar hünerlerini sırasıyla gösterip bir atlıkarınca gibi dönerlerken damın çevresinde bir balerin gibi dönüyor, peş peşe uzayıp bir gelin kuşağı oluştururlarken sevdiğine varmış taze gelin gibi seviniyor, sevincini gerdan kıran bir çift Mavili’nin kanadına yükleyip kuşlarına da gönderiyor.” (s. 26) Sonra kuş kavgası çıkıyor, güneşin altında bir sustalı parlıyor ve kan bir nokta gibi düşüyor öyküye. Taş gibi öykü.
“Televizyon” pek iyi olmayan örneklerden. Ustanın yanında çalışan iki işçinin içeride parası var, usta vermiyor. İşçilerden biri eve gidip bacanağı ve kayınçosuyla birlikte oturuyor, eşler muhabbet ederken işçinin üzerine geliyorlar, işçi sinirlenip dükkâna gidiyor ve patronun televizyonunu çalmak için kepenkleri kaldırdığı zaman televizyonun yerinde olmadığını görüyor, diğeri çoktan yürütmüş aleti. Öykünün vasatlığı nereden, büyük bir özenle üfürdüğüm çarpıklıktan, yani “yanlış yere odaklanma”ktan. Mesela ilk cümleyle birlikte atmosfer oluşuyor ki Sevim Burak öykülerini bu ilk cümleyi “devirmeden” bitirmeye çalıştığını söylemiş sanırım bir yerde, o havayı dağıtmamak veya seyreltmemek önemli. Bunlar yapılacaksa da yazarın niyetini sezmemiz lazım. Doruk’un öyküleri son derece ciddi olduğu için niyetin belli olduğunu düşünüyorum, dolayısıyla bu öykünün temeli olan televizyon ve televizyonsuzluk odak noktası. Nasıl yedirilecek, yokluğu ve varlığı bir şekilde karakterlere yansıtılarak olabilir, görselliği olabildiğince azaltarak olabilir falan, bir sürü yol var. Doruk karakterlerin izledikleri dizi üzerine girdikleri diyaloğa odaklanmayı tercih etmiş ama diyalog pek de başarılı olmadığı için o atmosfer dağılıyor hemen. Son derece karikatürize insanlar, “Püü Allah seni kahretsin!”, “Devir bozuldu anam, aah ah!” gibi sözlerle tepkilerini dile getiriyorlar ama neden bunları görüyoruz veya işitiyoruz ki? Başka bir yere bağlanmayacak, belki televizyonun varlığının önemini imleyecek ama bu kadar dağıtmaya gerek var mı hikâyeyi? Bilemiyorum, bu ve buna benzer şeyler çıkıntı, birkaç öyküde var.
Doruk’un ikinci kitabı, aramam ama buldum mu okurum diğer kitaplarını.
Cevap yaz