Zafer Doruk – Âlemciler

Doruk’un güvercinli, işçili öyküleri, yirmi küsur yıl önceki öyküleri oluyor, diliyle toplumcu gerçekçi damara renk getiriyordu, açıkçası öyküleri okunur kılan öge dildi ama, şaşırtıcı, o yetinin esamisi yok bu kitaptaki öykülerde. İlginç, böylesi bir gerilemenin sebebi nedir bilmem, öykünün elinde hiçbir şey kalmamış. Asgari öykü. Estetiği gözetmeyip dümdüz hikâye anlatınca, dümdüzlüğe -bari- konudan kılçık atmayınca can sıkıcı kurgu. “Elöpen” dümdüzlük şampiyonu, anlatmak isterim, şevkliyim: Orhan hastalığının dördüncü evresindedir, kanserli hücreler tüm vücuduna yayılmıştır. Ağrıları dayanılmaz bir hal almıştır. Doktor ellerinden gelen her şeyi yaptıklarını, hastanın hastanede kalmasının bir anlamının kalmadığını söylemiştir. Buraya kadar anlatımı takip ettim, bu sırayla ve bu biçimde sıralanıyor olaylar, son derece sıradan bir çerçeve çiziliyor. Mesela bu derecede hasta birinin bakımının zor olduğunu düşünmeyebiliriz zira neden düşünelim, ayrıca Orhan’ın ölümle ilgili düşünceleri ne kadar da bombastiktir, okur olarak öğrenmek isteriz değil mi, öğreniriz de: ölüm sonsuz bir uykudur veya değildir, ölünce neler olur acaba, hani öldükten sonra dönüp neler yaşadığını -kıps- anlatan biri olmadığı için bilmiyoruz öte tarafı, yani bilinmezlik çok korkuttuğu için keşke biri gidip görseydi de anlatsaydı, Orhan bu kadar korkmazdı çünkü bilinmeyen bir şey. Anlatıcının zekâ düşüklüğü için bu öykülük bu örnek yeter, devamına bakalım, Orhan eğlenceye düşkün olduğu için İstanbul’da pavyonlarda takılmış, “Kuru Sinem” gibi isimleri olan kadınlarla hoş zamanlar geçirmiştir, geçmişini hatırlayınca günah dolu geceler gelir aklına, sıfırdan zirveye çıkardığı işini çocuklarına devrettikten sonra nihayet günahlarını affettirmeye başlayacakken tepetaklak olmuştur. Eşi İftade’den özür diler bir yerde, çok kırmıştır kadıncağızı, neyse ki İftade o an Shakespeare kesilip muazzam bir cevap vererek pavyoncu eşinin suçluluğunu dindirir: “‘Zamanını ah vah ederek harcama. Şöyle düşün: Hayat büyük bir sofra. O sofraya seni de çağırdılar. Geldin, yedin içtin, muhabbet ettin, ağzını sildin ve kalktın. Acısı da tatlısı da hepsi o sofrada kaldı. Bunları dert etme.’” (s. 62) Anadolu’nun bir kasabasındalar muhtemelen, yerliler, karakter derinliğine dair anlatılan zamandaki sıradan olaylardan başka hiçbir veri yok elimizde, sonra bir anda vecizeler dökülüyor. Olmuyor tabii. Merak ettiğim, bunları yazanlar “olduğunu” nasıl düşünüyorlar, yani okurun bunu yiyeceğinden nasıl emin oluyorlar, hayret konusu. Gerçi yazara neden ipek kaftan biçiyorsam. Muhtemelen yazmayı bilen sıradan bir okur sonuçta, fazlasını aramaya gerek yok. Da, nereden nereye, kandırılmış gibi hissediyorum yani. Neyse, adamımız özür diledi eşinden, sonra fotoğraf albümünü istedi. Aile fotoğraflarının olduğu falan. O da nesi, oğlum gazinodaki kadınlar da var albümde? Nasıl yani? Çiçekçi Nazan falan, takıldığı kadınlar, maşallah diyelim zamparamıza. En sonunda derin acılarından kurtulmak için yapılacak tek şeyi yapıyor ama o kadar etkileyici bir şekilde anlatılıyor ki bu, yani duygulanmaktan kafamı kaloriferin boruları arasına sokmuşum. “İpin ucuna bir düğüm attı, öbür ucunu düğümden geçirdi, aşağı doğru çekip sağlama aldıktan sonra ilmek yaptı. Zar zor sandalyenin üzerine çıktı, bir eliyle demire tutunup öbür eliyle ilmeği boynuna geçirdi, uzanabildiği kadar yukarı uzanıp iki eliyle demire asıldı. Sandalyeyi ayağıyla itip kendini aşağıya bıraktı.” (s. 67) İntihar 101 sanıyorum, öykünün sonu. Yanlış odaklanma. Bir maşallah müntehirin ip hazırlamasına, o kadar yakından izlediğimize göre vardır bir hikmeti deyip geçelim.

“Fazla Ekmeğiniz Var mı?” bir anneyle kızının yoksulluk ânı. Anne temizliğe gittiği eve bir daha gitmeyecek, başkasını bulmuşlar, haber bir şekilde yayılınca bakkal veresiyeyi kesmiş. Kızıyla arasında küçük bir münakaşa, ne de güzel konuşuyorlar, kitap gibi. Dışarıda iki çocuk misket oynuyor, kedinin teki kasaptan çaldığı ciğeri pencerenin önüne düşürünce çocuklardan biri haber ediyor, kaşla göz arasında eti alıp hazırlamaya başlıyor anne. Kız bir şey duymuş, onu soruyor o ara, çıkan talip kim? Biri anneyle evlenmek istiyor, düzgün bir adam, anne kızına sormadan cevap veremeyeceğini söylemiş. Gözünden iki damla yaş akıyor, kız gidip talibin haberini getiren kadından ekmek istiyor. Son. E? “Aşkolsun Nuri Bey!”de anlatıcı Nuri Bey’in yapıp ettiklerini anlatıyor Nuri’ye, vay Nuri Bey maaşınızı aldınız da işten kendinize güvenerek çıktınız, ay Nuri Bey otobüs şoförü size terbiyesizlik etti de ona haddini bildirmek zorunda hissettiniz kendinizi ama hiçbir halt yapmadan yolunuza baktınız, bilmem ne. Nuri pantolon almak için girdiği dükkândan bir pantolonu da kamulaştırarak çıkar, âşık olduğu kadına rastlayınca dükkâna dönüp pantolonlardan birinin parasını ödemeyi unuttuğunu söyler. E? “Âlemciler”de kardeşinden, eşinden dostundan dertli insanlar var, mahalleliler, yani çoğu öykü gibi sıkıcı kasaba öykülerinden biri bu. Ayrıntıya girmeden anlatayım, birinin kardeşi sulu kuru birlikte takılıp kendini öldürmeye çalışıyor ama ölemediği için ailesini rezil ediyor, abinin isyanı buna. Bir diğeri minibüsünden mi şikayetçi, kuşlarını mı satmış, her ne belaysa bir iş becermiş de bunalıma düşmüş, birlikte boğma rakı içiyorlar. Biri beyitler okuyor, diğeri kardeşine sövüyor, böyle ortaya karışık sıkıntılar. E? “Mağaza” bir iş görüşmesi için ayakkabı mağazasına giden anlatıcının hikâyesi. Arka plandan hiç bahsetmiyorum çünkü diğer öykülerinkinden hiçbir farkı yok, bunda anlatıcı minibüsünü satıp kunduracı açmış, batmış, eşi mesaiye kalarak durumu toparlamaya çalışmış ama tak etmiş onun da canına, bir işe girene kadar annesinin evine gideceğini söylemiş. Bunun türevleri işte, sıkıntıları az çok biliyoruz ama hikâyeye bilgi altlığı olsun diye kupkuru verilince sunta yemekle aynı şey. Anlatıcı patrona bakıyor şöyle bir, ortaokul arkadaşını tanıyor, beklerken bir çocuğun zora düştüğünü görüp hemen rol kesiyor. Çocuk hırsızlık yapacakken çakmışlar köfteyi, görevliler çocuğun etrafını çevirmiş, anlatıcı gidip babası gibi rol kesiyor da alıyor çocuğu ellerinden, sonra gidip işkembe çorbası içiyorlar. E? “İyi Adam”da bir numara var ama anlatıcı unutuyor herhalde öykünün orta yerinde, dank diye kesiliyor hayvanlarla konuşması. Para yok, elektrik cort, mührü açıp teli de taktı mı elektrik gelecek ama suç yani. Adamın eşi bir yandan bastırıyor, diğer yandan cama gelen kuş, sokaktaki kedi bastırıyor, adamı nihayet kandırıyorlar ve teli taktırıyorlar. Kapı çalıyor bir süre sonra, iki dallama elektrik şirketinden gelmiş gibi yapıyorlar, para sızdıracaklar sözde. Yemiyor anlatıcı, adamlar yemediği için tebrik ediyorlar ve çorba parası istiyorlar. Adam veriyor, biri parayı alıp koşmaya başlıyor, diğeri arkasından koşup kaçmamasını söylüyor. Eee? “Avlular”da Adnan’ın ne kadar kötü bir adam olduğu anlatılıyor. O kadar kötü bir adamın nasıl bir adam olduğunu bilmek isterseniz bu öyküyü okuyabilirsiniz, o kadar kötü bir adamın o kadar sıradan anlatımı ancak o kadar olur. Köpeklere iyi bakmıyor bu Adnan, en sonunda kendi hayvanlarından birinin boğazına doğru kusursuz saldırısından kurtulamayıp iki seksen yere uzanıyor, kendi kanında boğuluyor. Mahalleli toplanıyor, şöyle bir bakıyorlar, evet, gerçekten de ölmüş. Dağılabilirler. Anlatıcı en son eşinin bir gün döneceğini düşünüyor, ekmek sigara alıyor, herhalde boğaz parçalanmasının sıradanlığını anlamalıyız bundan, o mahallede normaldir.

Asgari öykü sevenler kaçırmasın, diğerleri dokunmasın.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!