Yerellik mühimdir, yerelliğe önem vermeyerek muazzam şeyleri kaçırıyoruz. Her mahallenin bir delisi vardır mesela, o deli öykülerde de olmalı. Yüz iki yazarın beş yüz seksen üç öyküsünde deliye rastladım, bu deliler aşırı özgün karakterlerdi. Öyküleri yan yana getirince aşırılığı geçtim, özgünlük bile kalmıyordu ama olsun, nasıl olsa hiçbir yazar diğer yazarları okumaya tenezzül etmediği, okuduysa da onların yaptığından bambaşka bir şey yapması gerektiğini düşünmediği, bu tür estetik kaygıları olmadığı, yeniliği azıcık olsun aramadığı için delilere aynı kaftan biçiliyor. Kendi çaplarında aşırı özgün bu deliler, okurlara da bu yeterdi sanıyorum. Okur malum, ne verirsen alır, çok da zorlamamalıdır onu, kafası yanar. Hani eleştirilir postmodern kustmodern falan, belki sebebi okurun bunları anlayamayacağıdır zaten, kim bilir, basitliğe yaslanırsın ama asgariyete dönüşme riski vardır basitin, dönüşür. Kasten tepeden indirilen tekniğe karşısın, anlaşılabilir, bilinçten fırlayan tekniğe de karşısın, anlaşılamaz zira Borges’e göre metafizik âlemiyle en içli dışlı yaşayan Çinliler, kurmacalarında o dünyaya yer verdikleri ve biçimi bundan yola çıkarak çattıkları için onlara postmodern etiketini yapıştırmak haksızlık olur. Kısacası delilerden bir arif menkıbesi çıkarmak jandarma çağırmayı gerektiriyor artık, imdat diliyorum. Okur olarak yerelliği ilk üç gün ben de destekledim ama kasabaların ilahî, uhrevî falan filan havaları beni sağ korsa. Sakal bıyık bırakıp dolaşan hocaların yüceliği, günah yoluna sapanların sopa ve tepikle doğru yola iteklenmeleri, dağılan aileler, bilmem ne. Tabii lakaplı karakterler olmazsa olmazdır, mesela lakaplar olmazsa ben asla anlayamam yerelliği, öykü dediğimizde, işte, ne bileyim, bir Yandım Allah Mücahit olur, Çoçocu Mısta Ağa olur, Eboni Bülent olur, mutlaka yer almalıdırlar ve lakaplarını nasıl hak ettiklerini göstermelidirler. En önemlisi çerçeve ve anlatımda gerçi, bunlar öyle veya böyle yer alacaktır zaten de hikâyeye hep aynı uzaklıktan bakınca, devinimin hızını aynı tutunca, dur kalk veya başka naneler koymayınca bizim kahveden Hüsnü Dayı’nın hikâyelerine benziyor hepsi, eh, şimdi Hüsnü Dayı’yı dinlemek varken neden öykü okuyayım bilemiyorum. Bu yerellik biçiminin nasıl doğduğunu biliyorum da yıllar içinde birazcık olsun değişmemesini anlayamıyorum, hele Cemal Şakar gibi eğip bükücü, iğne deliğinden geçiriciler varken. Cemal Şakar diyorum, komşuculuğu kastediyorum aslında, benim komşum değildir ama çoğu insanın, öyledir. Mesela düşünüyorum, Mahir Ünsal Eriş’in öyküleriyle bu kitaptaki çoğu öykünün arasında ne fark var, aşırı genelleyici olacak ama aşağı yukarı şu: ideoloji. Geri kalanında zerre ayırıcılık yoktur, karakterlerinden anlatım biçimine. Bu kitaptaki son öykülere doğru işler ilginçleşiyor ama kafamız gözümüz kırılıyor bu sefer de, bakalım.
Hikâyelerin bazıları aynı mahallede geçiyor, karakterler birçok öyküde karşımıza çıkıyorlar, ilk belirdikleri öykü “Çaktırma Bacinik”. Anlatıcı ve Mehmet konvoya katılacaklar, seçimlere az kalmış, tuttukları parti için zahmetlere girecekler. Gevezelik ediyorlar, sıradan. Hayrettin’in babası il teşkilatındaymış, bez bayrak tedarik edebilirmiş, çocuklar Hayrettin’in peşine takılacaklar da bayrak falan işte, hikâye bu, karakter derinliği de Hayrettin’in metalika kutalika, Grup Vitamin kasetlerinin falan olması, anlatıcıyla Mehmet’in türkü çığırmaları, acayip sıkı çatışma. Günü gelince bakıyorlar ki Hayrettin sözünde durmamış, ortalarda yok, bayraksız gidiyorlar konvoya, ertesi gün okulda çataçut edecekler çocuğu ama o da nesi, öykünün finali ciğer söküyor: “Olmadı. Çünkü Hayrettin öldü. Okula gittiğimizde bahçede kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Kızlar ağlıyordu. Herkes şaşkın şakın birbirine bakıyordu. Öğrendiğimize göre hafta sonu evlerinin balkonundan düşmüş. Balkonda ipte sallanan bayrakları almak istemiş. Konvoya gidecekmiş.” (s. 11) Küçük yerde il teşkilatından birinin oğlu öldü diyeler, neden günlerden sonra duyalar mesela, bir de çocuğun konvoya katılacağını niye tekrar görüyoruz bilmem. Ölüm paragrafı, son, ne vurulduk ne kıyıldık, dan diye bitti. Bakınız, “Adını Saddam Koydum” ile Eriş’in Klinsmann’lı öyküsünü arka arkaya okuyunca çok ilginç bir paralellik çıkıyor ortaya, demek ki biçem formülünün ideolojisi yok. Geçmiş anlatısı, yine zamanla bir şeyler kaybolmuş da yası tutuluyor, dünya değişiyor, tüketim toplumu ölçüyü kaçırıyor, anlatıcı kaybolanlar yüzünden acı çekiyor, o mülayim, mütedeyyin dedeler nineler öldükten sonra tadı tuzu kalmıyor hayatın, böyle şeyler. Televizyonda Muhammed Ali’nin maçlarını izlermiş baba, anlatıcıya gölge boksu yaparak canlandırıyor da anlatıcı niye menkıbe üfürmeye başlıyor o ara, Ali bir yumruk savururmuş da Hazreti Ali Merhab denen kâfiri kılıcıyla yere serermiş sanki, Ali yumruğu vurunca Merhab bir kılıç darbesiyle ikiye bölünürmüş say, öyle bir Muhammed Ali ve öyle bir hikâye. “Rüya görmek pek çok şeyin yanında biraz da bilinçaltının temizlenmesi, kurmaca biraz da uyanıkken rüya görme gayreti değil midir?” (s. 12) Valla Draarisma’ya göre pek öyle değildir, kurmacanın gayreti guyreti tartışılır ama bunlar önemli değil, karakter soru sorar elbet, cevaplamak sınırı aşmaktır da soru sormak rüyayı anlatmaktan sonra en tehlikeli iştir zira yerinde sorulmazsa, kafamıza düşüyorsa dertlidir. Bu soru dertli, o yüzden alıntıladım. Vecize hoşurmak bahsettiğim metinlerde de olduğu için şaşırmıyorum, yerellikte hikmet sıkmak önemli bir yer tutar, şöyle akıllıca bir şey söylemeyen karaktere karakter denmez çünkü. Sıktırın iki üç vecize, bakın nasıl fişekliyorsunuz karakteri. Serbest dolaylı anlatıcının sıktığını fark ettirirseniz besbeter.
İki gruba ayıralım, klasik hikâye anlatımının dışına çıkan öykülerdeki gösteriye bakalım. Gösteri diyorum çünkü değişik işler döneceğini okura daha başta beyan etmeyen, görkemsiz taklalara hasretiz yemin ederim, bizde Ersan Üldes’in metinleri çıtayı öyle bir yükseltti ki yanına bucağına yanaşan hiçbir örnek bulamıyorum. İsmail Pelit diyordu, tek bir öykü için kitaptaki bütün öyküler okunur, bu kitabı okutacak iki öyküden biri aralarındaki en kısası herhalde: “Mahkeme”. Kafkaesk bir yargılama, suçunu kabul ettiği zaman serbest bırakılacak bir mahkumun zihninde yarattığı alternatif gerçekliğin cezayla ilişkisi, özgürlüğün ve tutsaklığın kesin çizgilerle ayrılma biçimi derken gereğinden fazla uzamıyor, kısalmıyor, yüzey pürüzsüz, kıvrılıp kusursuz küreyi oluşturuyor. Bir bu öykü, bir de “Çinli Ressamlarla Rum Ressamların Yarışı Yahut Morizyo’nun Sırlı Tükürüğü”, başka yok. Modern sanatın tatavası nedir, Doğu’yla Batı’nın sanata bakışı nasıl kıyaslanır, bu bağlamda zamansallık nasıl işliyor, sanat nedir, nerede ve hangi şartlar altında bulunur, Rönesans’tan günümüze gelen bir karşılaştırmanın sonucu bu öykü. Hikâyenin doğasına dair bir iki yaveyi görmezden gelirsek -dünyanın hikâyesi anlatılan hikâyeye ve anlatıcıya dahil değilmiş, cankurtaran çağırıp “Bu beni ilgilendirmiyor,” dememle aynı şey- tansiyonun inmesi çıkması, pörtlemeyen final, dört dörtlük. “Görünmez Eli Kıran İhtiyar”da kutu grafiği var, kutunun içinde anlatıcının el istediği has anlatıcı söz alıyor, “görünmez bir el” gibi müdahale edecek metne ki Smith’in bahsettiği elin Tanrı’nın eli olduğunun unutulduğunu söyler Graeber, piyasanın kendi kendini ayarlaması gibi bir durum söz konusu değildir orada, bu öyküyü düşününce çatışmanın kaynağı, has anlatıcının öyküdeki konumu, anlatıcının özgürlüğü derken, meh. Üstlü altlı yapıyı sırf üstlü altlı anlatı olsun diye piyasaya çıkarmak yani, pozlu öykülerin usandırıcılığı. Canım sıkılıyor dünyadaki örneklere, bizde üçü beşi aşmayanlara bakınca. Sözcük tekrarları göze batıyor, “avare kasnak” misal, bir de distopikleşen dünyada geçen insan sonrasının hikâyelerinde kurtarıcı kim, elbette Müslüman bilmem ne konseyi çünkü Batı’da yoldan çıkmışlar, Doğu’da çıkmamışlar, Doğu o kadar müşfik ve süper kalpli ki Batı’daki yüksek teknolojinin yol açtığı sorunları yumuşaklığıyla çözmeye geliyor. John Grant’in “Global Warming“inde -unutmadan katayım araya, Wagner’in meşhur eseri iki farklı biçimde yazılmış öykülerde, italik ve düz- şöyle bir bölüm var: “All I’ve got are first world problems/ I guess I better get some more third world kind”. Bunun karşılığını gerçekten bilmiyorum, bu dünyanın nezaketinin kaynağını düşününce hiçbir şey çözümlenmiş olmuyor, paradigmalar karman çorman. Ki bağlam bambaşka, o durumda Doğu’nun nesi işe yarayacak, çok merak ettim. Neyse, öykülerdeki yapılar çoktan kullanıldı bilimkurgularda. Bir sıkış da benden gelsin, özet: yirmi yıl yüklükte kalmış yorganın kokusu.
Cevap yaz