Ben son kitaptaki bir öyküde “mevsim öyküleri” demiştim, “takvim öyküleri”ymiş doğrusu. Rönesans’ın, matbaanın bir ürünü, milyonlarca insanın okuma alışkanlığı edinebilmesi için kısacık metinler: anekdot, fıkra, haber, söylence, gülmece, kısa öykü. Hebel’den Brecht’e birçok yazar takvim öyküsü yazmış, 19. yüzyıldan itibaren ünlenen türü genişletmiş, ne güzel. Pazarkaya da kalemince genişletiyor, anıdan denemeye, günceden söylenceye her şeyi sokuşturmuş öykülerine. Aslında “anlatı” da denebilir, parçaların öyküye varmadığı oluyor. “Zamanlamanın da, matbaanın bulunuş ve kuruluş dönemine uygun düştüğü görüşündeyim. Belgesayar ve bilgisayar oyunları döneminde insanların okumaktan uzaklaşmaya başladığı savlanıyor. Gerçekten böyleyse, kısa öyküsel metinlerin zamanıdır.” (s. 222) Öyledir de ben Pazarkaya’nın metinlerini okuyan bir kişiye bile rastlamadım. Pardon, Selim şiirlerini seviyormuş, şu 70’lerdeki somut şiir örneklerini. Berkan da öyküyü okuduktan sonra merak etmiş, Pazarkaya’nın en yavan öykülerinin toplandığı kitabı alıp okumuş, bana bir hakaret etmediği kaldı. Mevsim öykülerini okumasını söyledim, sabrının kalmadığını söyledi bu kez. Ucuza bulursa alacak ama, öyle dedi. Şimdi mevsim yaz, haliyle gezisi tozusu çok olur, ben pek bir yere gitmiyorum ama insanlar gittiklerine göre Pazarkaya da bir yerlere gitmiştir, gitmiş. Gezi yazısı bu: “Pîri Mehmet Paşa”. 1513 yılında yapılmış bir cami, yaptıranı malum. Anlatıcı namaz kılmaya gidiyor, caminin dolup safların sıklaştığını görünce memnun oluyor. “476 yıldır bu camiye girip çıkmış, ibadet etmiş, Tanrı’ya yakarmış, sonra da bu dünyadan çekip gitmiş insanların ruhlarıyla bütünleşiyorum.” (s. 109) Caminin açılışında kılınan namaz, kubbeyi nefesleriyle ve dualarıyla dolduranlar, Pazarkaya diğer yazılarında da örneklerini verdiği bir hemhalliği işliyor yine, zamanın her noktasını kendi algısında topluyor, tarihin önemli anlarındaki figürlerden biriymiş gibi hissetmesinin yanında geçmişi, şimdiyi ve geleceği metninde birleştiriyor. Ha, sonrasında imama demediğini bırakmıyor çünkü cehennem ateşleriyle cayır cayır yanmaya başlıyor ortalık. “Ne sanıyor, ona mı geldiğimizi düşünüyor? Oysa, Tanrı az geleni de, çok geleni de, hiç gelmeyeni de kul biliyor. Gelmeniz, ibadet etmeniz benim için değil, yaparsanız kendiniz için, diyor. Ya bu imam, sanki ona gidiyormuşuz, sanıyor. Bayram ve cuma dışında az geliyorsunuz, diye cehennem ateşiyle korkutuyor. Sanki o atacak bizi ateşe! Sanki, aslında Tanrı ile aramızda kendisine hiç yer bile olmadığını bilmiyor.” (s. 110) Ardından kısa öykü geliyor, 13 Temmuz. Davetsiz misafirler çıkıp gelene dek karanlık sokaklarda bulunma nedenleri, yolların konukları hemen evlere dağıtmaları. Zil çaldığında balkondan dikiz, sonrası ferahlık. Konuk evi ışıl ışıl yapar, geceyi ürkütüp kaçırır, dışarının ıssızlığını çoğaltır. Nasıl değiştirir insanı bir ziyaret, tavanın şeffaflaşıp mavi gökyüzünü göstermesi sanki. “Haberler” sıcağı sıcağına bildiriyor dünyanın durumunu, o sıra Çin’de ayaklanmalar var, tankların önünde elindeki alışveriş poşetiyle dikilen, bir süre sonra katledilecek öğrencilerin yaşamlarını kurtarmaya çalışan Çinlinin anısı. Afyonlanarak uyuşturulan bir halk tekrar ayaklanıyor, mücadele ediyor ama kaybedilecek bir mücadele bu, askerin öğrencilere saldırmasını eleştiren üst düzey bir yetkili ev hapsine çarptırılacak, 2000’lerdeki ölümüne dek evinden dışarı adım atamayacak. Pazarkaya’ya göre Çinli işçi ve öğrenciler kazanana dek mücadele etsinler ama emperyalizmin desteği olmadan. Kendi savaşlarını kendileri verecekler, sermayenin yardımıyla sermayenin bir parçası haline gelmeden. Yetmedi, başka bir haber, Almanya’da Almanlar kendilerinden başka kimseyi istemiyorlar. Sahte sığınmacıların, kriminal yabancıların ülkeden atılması için gösteriler sürüyor, sığınma yurtları kundaklanıyor. Zor zamanlar. Almanya’ya davet edilenlerin sömürüldükleri yetmiyormuş gibi Almanların öfkesi de yaşamı zorlaştırıyor onlar için. Başka ne oluyor o sıra, gen manipülasyonu sayesinde türlü çeşitli meyveler, Arap ordularının birleşerek İsrail’e ilerlemesi, ertesi günkü haberlerde Arap askerlerinin çölde çıplak ayak kaçtıkları görüntüler, İsrail’in yedi gün bile sürmeyen savaşı kazanarak Sina’yı işgal etmesi. “İsrail ordusuna giden yardım, daha önce, çocuğumuz henüz bebek, TİP’e yaptığımız yardımı anıştırdı. Bebeğin mama parası TİP’e gitti. O TİP’ten ne kaldı, ne çıktı? Bağışlarımızla meclise gönderdiklerimizden kimi, dönem değişince, emperyalizme hizmetin gerçek gelişme, ilerleme ve uygarlık olduğunu anlatır hale geldi.” (s. 24) Çağrışımlar arka arkaya, Çin’deki meydanda olup biteni izlerken dünyanın bütün emekçilerini düşünüyor anlatıcı, bunalıyor. Her gün birbirinin aynı değil elbet, dünya mucizelere açık, yani o kadar ihtimal varken elli yıl içinde, mesela ölmemeyi başarmak ve çocukluk arkadaşını görebilmek, savaştan sağ çıktıktan sonra bölünen ülkenin diğer yakasına geçebilmek ve çocukluk arkadaşını görebilmek az şey değil. Anlatıcı için şöyle, bir metinde okusa “bu kadar olmaz, çok yapay bir kurgu” deyip üstünü çizeceği bir senaryo. X ve Y diyelim, X emekli oluncaya kadar yayınevinde çalışmış, binlerce metin okumuş, editörlük yapmış, yaşlanınca Batı’ya geçip doğduğu yerleri dolanmaya karar vermiş. Normalde geçiş yasak, hani her şeyin sıkılaştığı zamanlarda oluyor bu, ne ki emekli olanlar istedikleri gibi geçebiliyorlarmış. Belki geri dönmezler, devletin vereceği maaş, ilaç harcamaları devlete kalır, ev de bir başkasına verilir, keka. O düzene dönmeyi istememiş X, kalmış. Ha, Batı da çok matah değilmiş ama ayrı, şimdi Y’yle buluşmayı bekliyormuş X, bütün hikâyeyi anlatıcıya yığmış beklerken. İnandırıcı değil, yine de güzel kurgu. Hayat da pek inandırıcı değil ya, sorun yok.
Son bir gün, “Burca Giren Öykü”. Gecenin birinde yatış, alarm beşe kurulu. Yol uzun, bavul ve çanta hazır, demli çaya vakit yok. Arabayla havaalanı, arkadaş bekliyor, bagajları verdikten sonra yallah uçak. Frankfurt’ta aktarma, vakit geçmek bilmiyor, uçak havada dönüp duruyor. Başka bir uçağa geçmek için yere inmek, tekrar havalanacak anlatıcı, yukarının anısını uzun süre aklında tutmasına gerek kalmayacak. Gözleri kapanıyor, uykuyu halletmeli. Bir şey okuyunca uyku kesin geliyor, bu bilgi kadar işe yarayan başka bir bilgi bilmiyorum. Belki Hitit krallarından birinin dediği: “Ekmeği yiyeceksiniz, suyu da içeceksiniz.” Teşekkürler. Leibniz bir zamanlar Fransa kralına Mısır üzerinden Türkiye’ye yürüyüp İstanbul’u almayı ve Doğu Roma İmparatoru olmayı önermiş, Napolyon yüz yıl sonra aynı tasarıyı uygulamış. Bu bilgiler nereden çıktı mesela, değil mi? Değil, bir şey uyumanın uykuyu getirdiğini söyledim birkaç cümle önce, metin hafızanız varsa iki benzemezin aslında bağlantılı olduğunu anlamanız gerek. Benim anlattığım şeyleri bu yüzden anlamıyor insanlar, her şeyi karıştırdığımı, baştan anlatmamı istiyorlar ama nasıl anlamadılar, söyledim ya, kahvaltıda biber yemiştim, yolculuk gayet iyiydi, denize baka baka gözlerim yeşermişti ve biber kırmızıydı. Hayır, size ne alaka. Anlatıcı okuyor, Handke o Çek şairi övmüş, Petrarca Ödülü’nü alanı. Daha da okunacak şeyler var ama tekerlekler piste değdi, in aşağı. Araba kiralayıp doğruca Ürgüp’e. “Yürüdünüz, yerlilere danıştınız sokakta. Ocakbaşına geldiniz. Bütün derdiniz buymuş demek. Sabahın köründen akşamın körüne dek koşuşturmak, Ürgüp’te ocakbaşına varmak içinmiş.” (s. 47) Yolculuğun bittiğini bir yere oturunca anlayıp geriye bakmak, safhaları sıralamak, sonra tersten sıralamak, dönüş yolunun kaygısını varınca çekmeye başlamak, bunlar bir yolculuğun olmazsa olmazıdır ve Pazarkaya ne güzel anlatmıştır varmayı, yolu, seyahati. “İyi ama bir öykünün peşine düşmek böyle mi olur? Böyle mi üşüşür öyküler insanın başına ve o insan, o yazar denen yaratık, böyle mi kaçırır bütün öyküleri?” (s. 47)
Cevap yaz