Yaşamı boydan boya dolanacakmış gibi başlayıp kısa bir zaman aralığına sıkışan anlatı. Bu hali de iyi ama Mimu’nun “hayat kitabı” değil, iki sebepten: Mimu’nun geleceğine hızlı bakışlar doldurulması gereken bir boşluğu çağırıyor, uzun uzun kurulan karakterlerin hayatlarını kaybettiklerini, onlardan geriye kalan eşyaları Mimu’nun sakladığını görüyoruz, berisi gelmiyor. Gelmez, Bayan Jean Brodie’nin Baharı‘nda Muriel Spark getirmez mesela ama nedir, esas karakterin etrafındakilerin ötesini berisini anlatmaz, derinleştirmediği kişiliği az teferruatla doldurarak hikâyenin bilgi topaklarıyla dolmasına yol açmaz. Dorman’ın metni tümsekle dolu. İkinci mesele yan karakterlerin Mimu’yu öteleyerek öne çıkmaları, kendi yaşamlarını adeta döküp saçmaları. Yanın da yanı Nilhan var mesela, âşık olduğu Hüseyin’i gammazlamasından önce babasının odasında dolanır da dolanır, eşyalardan duvarlara sıçrar, geçmişinden günceline zıplar, anlatıya çukur kazar sanki. Odaklanma problemlerinin dışında iyi metin, Beyoğlu’nda yaşayan azınlıkların yaşamlarını pek yakından izleriz, Türklerle imtihanlarındaki sıkıntılara şahit oluruz. Hari’nin gözünü yeşile boyaması ayıplanır mesela, yaşlı başlı kadın tırnaklarını da cilalamıştır, olacak iş değildir. Ayakkabısını tamire götürdüğü Hacı’yla yakınlıkları vardır, birbirlerine saygılıdırlar ama Hacı’ya uğrayan şoför gördüklerine akıl erdiremez. Tövbeler çeker, eve gidip annesine anlatacağı hikâyeyi kafasında evirip çevirir. “‘Kadın demeye bin şahit ister. Parmakları cilalı, gözleri boyalı. Hay dinine yandığımın kaderi, memleketimizin en güzel yerlerinde onlar oturuyor.’” (s. 10) Mesajın bodoslama hali rahatsız edici, neyse ki benzeri çok değil. Hari’den devam, oldukça kilolu, apartmandakilerle arkadaşlıktan çekinmemesine rağmen pek de konuşmayan bir kadın. Geçmişini bir kezcik anlatıyor, o sıra herkes sus pus. Penelope hariç, şen kadının erkekten anladığını her yerde göstermesi lazım geldiği için lafı ikide bir bölse de susturuyorlar, geçmiş ortaya dökülüyor. Apartman ahalisinin yaşam muhasebesi kararında, Peno’nun eskittiği üç kocadan elde ettiği hayal kırıklığını kısaca, kısalığı ölçüsünde tüm yoğunluğuyla öğreniyoruz. Özgürlüğüne düşkün bir kadın Peno, çıngar çıkarmadan usulca uzaklaşan adamlarını sevgiyle, çokça acıyla anıyor, yine de yalnızlığından memnun. Hari de şikayetçi değil kendinden, kiloları yüzünden zorlukla sürdürüyor yaşamını ama Mimu sayesinde derdi tasası kalmıyor. Uzak geleceğe küçük bir pencere açıldığı zaman Atina’ya göçen vefasız Niko’nun, Hari’nin yeğeninin nihayet yaşlı kadını hatırladığını ve yanına aldığını görüyoruz, belki de bu hikâyenin tek yalnız kalmayanı Hari. Apartman görevlisi Ali Efendi, Peno, en üst katta oturan piyano öğretmeni ikizler, Mimu’nun ninesi Nanaçe, kim varsa anlatının bitişiyle belirsizlikte asılı kalıyor. Bunca farklı yaşamların bir araya gelmeleri pürüz mü, Beyoğlu’nda herkes bir araya gelebileceği için değil. Ali Efendi mesela, çocukken babasının akıl etmesiyle Dersim’den çıkarılıyor da o katliamdan sağ kurtuluyor. Kendini bildi bileli çalışmış, en sonunda İstanbul’a gelmiş de ölümü beklemeye başlamış, Mimu olmasa kasvetten ölmesi işten değil. İkizlerle ilgili pek bir şey öğrenemeyeceğiz, onlar fitne fesat peşinde koşan mendeburlar olarak tanıtıldıkları için karanlıkta kalıyorlar. Hüseyin’in götürüldüğünü bir onlar görüyorlar mesela, meraktan hastalanacak gibi olan ahaliye hiçbir şey söylemiyorlar, nefretleri o kadar büyük. Hüseyin şu Nilhan’ın âşık olduğu tıp öğrencisi. FKÖ’den mezun, Türkiye’ye eylem için gelmiş, tıp okuyor ama okuduğuna dair hiçbir malumat yok, tüfeğini sevdiğini biliyoruz, eylemlere hazırlık yapıyor. Başlangıçta o yok henüz, bizimkilerin hayatlarından sahneler var. Bu yüzden diyorum, sanki çok daha hacimli bir metin olacakmış da yarım kalmış, Hüseyin’in hikâyesinden sonra devam edermiş gayet. Verildiği kadarıyla yetiniyoruz, açıkçası o dünyadan erken şutlandığımız için rahatsız olabiliriz ama yazarın sunduğu baş üstünedir, belki başka bir metinde Mimu’nun yaşamının başka bir safhasını göreceğiz. Muhtemelen göremeyeceğiz, Yeşim Dorman on iki yıl önce yayımlamış son metnini. Üzülüyorum böyle şeylere, misal Deniz Spatar’ın Kopya Kadınlar‘ını okuyunca şaşırmıştım, öyle iyi bir yazarın yirmi yılda yayımladığı başka bir şey olmaz mı? Trendeki Yabancı için öykü isteyeyim demiştim, istedim, çok kısa bir cevap: elinde öykü olmadığını söyledi. Şiddetsiz iletişim seminerleri düzenliyor şimdilerde, o güzel öykülerini unutmayacağım.
Doktor Enver’le Hüseyin Hadidi’den de bahsedince geriye pek bir şey kalmıyor. Enver yatalak, eşi öldükten sonra duvarlara ateş edesi, evi kendi başına yıkası gelmiş ama Aznif sayesinde yaşama tutunmuş biraz. Öfkesini kusmaya başlamasa mutlu biri olabilirdi, kadına eziyet etmekten mutluluğa vakti yok, ne yazık. Aznif pamuk huylu bir kadın, bekliyor ki Enver ölsün de maaşı kalsın. Adamın mutfağa taktırdığı zil çıngala çıngala çalınca erinmeden gidiyor, azarını yiyip dönüyor mutfağa, Mimu ortada yoksa dönüşü uzuyor. Mimu bütün karakterlerin huysuzluklarını törpülemeyi biliyor, o kadar tatlı bir çocuk. Babasının seçim çalışmaları için Anadolu’da gezinirken annesi onu ninesine bırakmış, ince hesaplar. Büyümenin etkisi ikinci bir Mimu’nun belirmesi, ikisi farklı isteklerde bulunuyorlar ama Mimu hep doğru seçenekten yana. Can bir çocuk bu, sevilesi. Enver havuç salatası yemesi için çağırıyor Mimu’yu, birlikte yiyorlar, sonra mükâfatını alıyor çocuk. Aznif’in eziyet görmesini engelliyor bir yandan, olanların farkında, Enver’in fırlattığı küllükten saçılan izmaritleri toplayıp adamı utandırıyor ama huylunun huyu. Enver gençken Almanya’da eğitim almış, orada tanıştığı bir kadınla yakınlaşmış, Doğululuğu taş koymuş yoluna. “Erkekliğinin” de payı var tabii, kadın şiddet uygulayınca masal tamamen bitmiş, ömürlük acı kalmış geriye. “‘Öfke ve korkaklık o vakitler aşk suretinde görünmüştü gözüme. Ne fena… Senin hatıralarında ve kendi hatıralarımda bir şövalye olarak kalmak isterdim. Laf anlamaz bir kabadayı olarak değil.’” (s. 70) Irkçılıkta da eşi menendi yok Enver’in, ahalinin oturduğu Afrika Han’a yeni taşınan Hüseyin’i İngiliz destekçisi olmakla suçluyor hemen, Arapların ihaneti hâlâ açık yara. Tartışmaları bir tutarsızlığa yol açıyor sanki, Hüseyin kamplarda iyi talim yapmış, casusluğun inceliklerini öğrenmiş ama gudik bir adamla laf dalaşına girerek dikkat çekiyor, mantıksız. Arkadaşı Cemil’le birlikte suikast düzenleyecekleri Yahudi hoppa aslında Cemil’in kardeşi Nilhan’ın yakını değil ama Nilhan son anda cayıyor, mevzuya üç gün kala planı babasına anlatıveriyor. Veda sahnesine sıçrıyoruz buradan, ahali fotoğraf çektirmeye giderken Hüseyin yaz günü takım elbise giyen bir adamın kendisini takip ettiğini görüyor, Peno’nun tarot falından da ayrılık çıkmıştı zaten, kaçsa kurtulacak ama kaçmıyor. Vatanı Filistin için her şeyi yapar, ailesi her an aklında ama o fotoğrafı çektirecek illa, nedense. Yakalanıyor tabii, evine giren istihbarat ekibince paketlenip memleketine yollanıyor, Nilhan’la ahali bir haber bekliyor ama nafile. Politik ortamı tam kestiremiyorum ama silahlarla yakalanan bir Filistinlinin hemen sınır dışı edilmesi mantıklı değil.
Mimu’nun küçük dünyası iyidir, denk gelen okumalı. Çocukluğun büyüsü hikâyeye pek yansımıyor ama Mimu’nun da çocuk yanı kalmamış sanki, babasıyla annesinin dönmesini bekleyen, o sıra yetişkinlerin hüzünlü hikâyeleriyle büyüyen evladımız hayal kırıklığına uğrayacağını çoktan kestirmiştir, Hüseyin’in yokluğuna çok üzülse de bir süre sonra unutacaktır her şeyi. Beyoğlu’nun insanları bitmez, gidenin yerine yenisi gelir hemen. Mimu’nun en uzak haliyle bitireyim: “Yıllar sonra onun gibi Şarklı olan, ama Arapları ikiyüzlü bulduğunu her fırsatta tekrarlayan kocasının göğsünde yatarken de ahbabına ihanet etmeyecek, onu savunacaktı.” (s. 85)
Cevap yaz