Kendisine İsmail denmesini isteyen bir ölü var, ölmüş. Mezarı yok, Kuran okunmamış öldüğünde, İncil okunmamış, diyakozlar ayin söylememişler, öylece ölmüş. Bir dağ başında vurulmuş, her askerin vurulabileceği gibi vurulmuş. “Benim gibi bir asker, kimi zaman bir vadide, kimi zaman sonsuzluğa uzanan bir ovada ve kimi zaman da saklandığı bir siperde vurulur.” (s. 35) Vurulmuş yani, ölmüş. Öldüğünü anlamayan da gitsin Proust falan okusun artık, ne biçim insandır şunun öldüğünü anlamayan. Ölmüş oğlum adam. Dizlerinin bağı çözülmüş, parçalanan göğsündeki acıyla çökmüş yere, diken ve taş parçaları batmış. Diken parçaları özellikle can yakar, mikron mikron. Kurşunlar ıslık çalıyormuş, İsmail kayaların arasına sürünmeye çalışmış ama gücü tükenince gökyüzüne bakmış. Öylece ölmüş, kimse ölmemesini söylememiş, yaşamasını söylememiş, cesedinin orada kalmasından korkmuş İsmail. Annesi ölmediğini söyleyip durmuş ama ölmüş aslında, ona İsmail denecek, unutulmamalı. Her paragrafın başında bir kez ünleyelim “İsmail” diye, haykıralım, öyle istiyor. Bedeni çürürken diğer ölülere özeniyor, onların mezarları falan var, bunun kemikleri güneşin altında ışıldayacak. Nüfus müdürlüğündeki dosyası ölülerin tarafına kaldırılacak, belli bir süreden sonra da geri dönüşüme yollanır muhtemelen. Vurulduğunu fark edince bağırmış İsmail, vuran da vurduğunu haykırmış, böylece vurulanla vuran haykırışmışlar, biri ölmüş de diğeri yaşayacak. Bir süre daha. İsmail cüzdanını çıkarıyor, fotoğraflara bakıyor, bıyıkları terlememişken asker olmak istediğini hatırlıyor, komutanının askerlik işinde ölüm olduğunu söylediğini hatırlıyor. “Öldüğümüzü hemen kabullendiniz değil mi? Her zamanki gibi meydanlarda ölümsüz olduğumuzu söylediniz değil mi? Oysa ben öldüm. Bir dağ başında her şeyden uzak… Beni unuttunuz. Hiç yaşamamışım gibi. Adlarımız yok. Sadece bir sayıya karşılık geldi tüm yaşamımız.” (s. 40) Özür dileyerek kapadım kitabı, kafama yağan taşlardan kurtulmaya çalıştım, sonra diğer öyküye geçtim. “Döşeğimde Çürürken”. Anlatıcının iç sesi anlatıcıdan birini öldürmesini ve öldürdüğünü düzmesini söylüyor, sonra suyun tenden süzülüşüne geçiyor, psikopat şair sesi. Arkası dönükmüş düzülecek kişinin, bıçaklasa ya anlatıcı, tam zamanı. Derken anlatıcının kendi sesi, ne olup bittiği. “Delirmekten korkuyordum. Bedenim gizli bir çığlık. Kaburgalarımın altındaki kalbim, göğsümü yumrukluyor ve soluğum gırtlağımda düğümleniyordu. Yatağın köşesine oturdum. Gözlerimi, az önce zihnimde tasarladığım cinayeti düşünmemek için bir an kapadım.” (s. 43) Tam o an amuda kalkma ihtiyacı hissettim, anlatıcının düştüğü inanılmaz durumu hafifletecek başka bir eylem gelmedi aklıma. Çarşafın altında küçülüp kaybolmak falan istiyor çünkü, Meryem’in donuk görüntüsüyle ne yapacağını bilmiyor. İçine girmesi için bacaklarını aralamış kadın, girmesini söylemiş ama bizimki girememiş, Meryem de kahkahalar atmaya başlamış. Onuru kırılan anlatıcı kafayı da kırmaya başlamış, kadını başkasının altında inlerken hayal etmiş, “Oh ye!” diye bağırırken falan. “Ya Meryem, daha sonra sevişeceği erkeklere beni anlatırsa… Mutlaka anlatır. Sonra da birlikte kahkahalarla gülerler… Bunu düşünmek bile zihnimi allak bullak etmeye yetiyordu. Ya Meryem ölecek ya da ben.” (s. 45) Eyvahlar olsun ya, adamımız bıçağı kapıp son anda karar değiştirerek portakal kesmeye başladığında durdum, dayanamadım artık, kendimi camdan aşağı atarken kahkahalarla gülüp hönküre hönküre ağlamaya başladım çünkü bu kadar gerilim fazlaydı bana, erkeğin acısı bana başka bir şey yapma şansı vermedi. Neyse ki hazırlanıyor Meryem, veda etmeden çıkıp gidiyor, anlatıcı da çürüme özlemiyle gömülüyor yatağına. “Ulan,” diyorum, “madem katastrofik acılarından sıyrılacaktın, ben niye kendimi attım?” Düşerken okuyorum bu arada öyküyü, o kadar heyecanlı ki anlatıcı olmuşum ben, bırakıvermişim kendimi.
“Boş Ev”. Rüya gitmiş, anlatıcı evde yalnız, acıyla baş etmeye çalışıyor yine. Yere çakılmadım, biraz daha zamanım var. Serap taşınmış geçenlerde, hemşire mi ne, anlatıcının derdini yüklenmek istiyor ama oralı değil adam, önce acı çekecek. Gözyaşlarının tuzlu kokusunu falan alacak bir yerde, vov, sokağa çıkınca buz gibi hava suratına çarpacak, vov, iliklerine kadar üşüyecek adam, vov, durakta otobüs bekleyen adamın burnu soğuktan kızarmış, vov, hayatın dümdüz bir çizgi olup olmadığını düşünecek anlatıcı, voov, ah, hayat dedikleri o muymuş, o zaman adam yirmi dört ayar acıymış, vooov, otobüste üç koltuk önde oturan sevgililer öpüşüyorlarmış, Rüya’yı anımsıyor anlatıcı, vov! “Yanımda uyuklayan adamın başı omzuma düştü. Açık ağzı, sanki sessiz çığlıklar atıyordu. Onu dürtükleyip uyandırdım. Zar zor çıkan sesiyle özür diler gibi birkaç cümle geveledi.” (s. 55) Rüya sanıp adamın dudaklarına yapışsaymış keşke. Bulutlar kurşuni, çocuklar “öndeki topun arkasından koşuyorlar” ki mantıklı ama öndeki topun önünden koşmak daha iyi olabilir zira canavar top lüpletir çocukları, en hızlı koşan yaşar? Anlatıcı okula gidiyor, eşyalarını topluyor, arkadaşlarıyla vedalaşıyor ve boş evine geri dönüyor. Neden ayrılmışlar, adam başka kadınlarla sevişiyormuş, Rüya çakmış dalgayı, ayrılmış. Eve dönüş, anlatıcı “viski bardağını bir dikişte içiyor”, sonra salata tabağını oturup çatır çatır yemeye başlıyor. Sürahiyi de boğazına soktu mu hidrasyondan kafayı yer artık. “Gecenin bu vaktinde bu ücra şehirde pek çok hadisenin patlak vermek üzere pusuya yatmış olduğunu düşündüm. Otel odasında sevişenler, ıssız bir sokakta saldırıya uğrayanlar, karanlık planlar yapanlar… Karanlık ve sessizlik gökyüzünden siyah bir şelale gibi üzerime dökülüyordu.” (s. 62) Maşallah.
“Utanç”. Alıntıyla açılıyor, öldürülenlerin öldürenlerin peşini bırakmayacağına dair. Kalemimi çıkarıyorum, çember içine alıyorum alıntıyı, sonra kalemi bırakıyorum zira aynı hızda düşmemiz mümkün değil, bari kalem acı çekmesin, bari o acılardan muaf olsun. Emekli bir subay var bu kez, anlatıcı, onca kandan etten sonra aklı kaçmış, kime denk gelirse askerlik günlerini anlatıyor. Bıktırıyor insanları, ülke elden gitmesin diye yapıyor yaptığını da insanlar kafayı yediğini düşünüyorlar sadece, asker arkadaşları hariç. Toplanıyorlar bazen, eski günlerden konuşuyorlar, sadece biri o günleri unutmaları gerektiğini söylüyor. Bacağı kopan arkadaşlar, gözü çıkanlar, dağda tepede uzuvlarını kaybedenler rüyalarda değil sırf, canlı canlı karşısında anlatıcının, kendini bir anda geçmişin bol bombalı günlerinde bulması bundan. Uyuduğu zaman kabuslar başlıyor, başlıyor, hiç bitmiyor, tekrar başlıyor, bitmek bilmiyor, keşke üç beş kez daha atabilsem kendimi diye düşünüyorum o an, bu askerin yaşadığı acıya anca denklenirdi benimki. Her yer ölülerle dolu, “kuru kafatasları” her yerde, ölen arkadaşların parçaları ortalığa yayılmış, biri sıra arkadaşı harp okulundan, biri bilmem ne. Bunlar dostlar, bir de anlatıcının öldürdükleri var, işkence ediyorlar. Ağlayarak uyanıyor anlatıcı, arkadaşını arıyor, tekrar geldiklerini söylüyor. Nokta. Zemin hâlâ uzak, çakılamıyorum bir türlü. “Bu cenaze törenleri, her seferinde hüzünlü bir merasimden çok ürkütücü ve öfkeli bir nehrin akışına benzeyen insan kalabalığına dönüşüyordu. Ülkede linç girişimlerinin ve öfkeli cenaze törenlerinin olmadığı gün yoktu. Tüm bu yaşananlar ve görüntüler olağan bir durummuş gibi algılanıyordu.” (s. 76)
Nihayet ayaklarımı yere basıyorum, kitabı kapayıp verileceklerin arasına koyuyorum, bu yazıyı da bitiriyorum artık, yeterince dayandım. İlginç bir iki fikir var, onun dışında asgari öykü bile değil toplamı. Etrafıma bakıyorum, kitap yığınları isyan ediyor, verileceklere bakıyorum bir de. Kaşlarımı çatıyorum, kaşlarımı çatmayı çok seviyorum.
Cevap yaz