Tarafımdan oluşturulmuş bu yorumun tüm hakları kitapyurdu.com’a aittir.
Platonov’un Can‘ında engin steplerde yürüyen insanlar vardır, o kadar uzun süredir aç geziyorlardır ki açlığı unuturlar, aynı şekilde soğuğu da unutmuşlardır, pespaye kılıklarla yürüyüp dururlar. Canlarından geçmişlerdir, hiçtirler artık, kimliklerini dahi unutup sonsuzun içinde yiterler. Lianke’nin bahsettiği kuraklık yüzünden aç kalmaktan korkan köylülerin yürüyüşü bu hiç alayınınkine benziyor başta, anlatının sonunda köylerine dönmeseler kuzeydeki aç kardeşlerine katıldıklarını düşünebilirdik. Köy ahalisinin yürüyüşüne katılmayan İhtiyar’ın ve kör köpeği Kör’ün hikâyesini okuyacağız biz, tepede alev gibi yakan güneşten kaçanlara katılmayacaklar, her sabah yaptıkları gibi Baliban Tepesi’ne çıkıp tohumunu İhtiyar’ın diktiği mısır fidesinin serpilmesi için uğraşacaklar. İhtiyar köpeğin ve kendisinin idrarını gübre olarak kullanacak. Gitmeye mecalleri yok, olsa da bilinmeyen yolculuk çekmiyor onları. Köylülerinse başka bir şansları yok. “Köylüler uzun süredir kaçmayı planlıyorlardı; tarlalardaki buğdaylar kuraklıktan ölmüş, dağlardaki toprak kıraçlaşmış, dünyanın rengi solmuş, bununla birlikte köylülerin umudu da kurumuştu.” (s. 9) Üç günlük yağmur köylüleri histerik bir hale sokup mısır tohumlarını bahçelerine ekmelerini sağladıktan sonra bulutlar dağılıyor ve çaresi olmayan bir kuraklığa bırakıyor yerini, yetmiş iki yaşındaki İhtiyar önce son kafileyle birlikte yola çıkıyor ama fidesinin yanına geldiği zaman yolculuğu tamamlayamayacağını düşünüyor, ölecekse kendi köyünde ölmek istediğini söylüyor. Sonrası bir ölüm kalım savaşı, müthiş bir hikâye, doğayla insanın çatışması da diyemeyeceğim, birbirini tartması belki. Yokluktan yaşam çıkarmaya çalışıyor İhtiyar, gömleğine işlemiş terin kokusunu alınca bundan gübre çıkabileceğini düşünüyor mesela, çamaşır suyuyla yıkayacağı gömleğin kirini fideye dökebilir. Her gün fideyi kontrol etmesi gerekiyor tabii, yapraklarının ve kökünün durumundan ne yapması gerektiğini anlıyor, Kör’ün idrarının ağır bir gübre olduğunu fark ederek kendi idrarını kullanıyor bir süre. Bir gün hortum çıkıyor, İhtiyar hortumu tekmeleyerek uzaklaştırmaya çalışıyor, hasır şapkasının paramparça olmasına üzülüyor. Anlatı son derece gerçekçi, büyülü sihirli durumlar yok ama doğayla böylesi bütünleşmiş bir adamın yaşadıkları kendiliğinden sihirli, hortuma tekme atıp şapkasıyla konuşması mesela. Arada sırada güneşe bakıp hakaretlerini arka arkaya sıralıyor, kırbacıyla güneşi dövmeye çalışıyor falan, Adanalılardan bilmesek bu da oldukça etkileyici olabilirdi. “Kocadım artık, gerçekten de kocadım. Yaşlılıktan kafam karışıyor, neyin doğru neyin yanlış olduğunu bile ayırt edemiyorum artık.” (s. 15) Neyse, mısır fidesinin rüzgârdan kırılması gibi facialardan bir şekilde kurtuluyorlar, İhtiyar bir şekilde fidesini kurtarıyor ama daha büyük tehlikelerde doğaçlama yapmak zorunda kalıyor, riskler sürekli büyüyor. Diğer yandan yiyecekleri giderek azalıyor, günlük tayınlarını düşürmelerine rağmen açlıktan halsizleşiyorlar. İhtiyar köydeki evlere giriyor, belki geride yiyecek bırakmışlardır diye umuyor ama pek bir şey bulamıyor, yağmur zamanı tarlalara ekilen mısır tohumları hariç. Tohumların yerlerini bilmediği için gün boyunca çalışmak zorundaysa da zahmetine değecek kadar tohum bulamayacağını anlıyor, kurumaya yüz tutmuş kuyunun dibine indirdiği yorganı süzerek elde ettiği suyla idare etseler de uzun süre yaşayamayacaklar. Sıçanların yuvalarını bulmasıyla ölümü biraz daha erteliyor İhtiyar, yuvalarda depolanan tohumları çıkarıp birkaç günlük yiyecek elde etse de hayvanlar ayıyorlar, ne zaman ayak sesi duysalar ses çıkarmıyorlar, adam mısırlara ulaşamıyor bir süre sonra. Üstelik sıçanların mısır fidesini fark etmesiyle birlikte nöbet tutması da gerekiyor, fidenin etrafına derme çatma bir baraka kursa da bir gün sıçan sürüsünün fideyi kemirdiklerini görüyor, üstlerine atlayıp birkaçını eziyor, kurtarıyor fideyi. Suyu kurtaramıyor ama, kuyuya gidip baktığında yorganın işe yaramayacak kadar kemirildiğini görüyor, bir yol bulsa da sıçan leşleri yüzünden suyu da kullanamayacak. Yer gök sıçan, susuzluktan ölseler de civardan ayrılmıyorlar, İhtiyar’la Kör’ü iyice yoruyorlar.
İhtiyar’ın su bulmak için yürüyüşe çıkmasıyla mücadelenin ikinci bölümü başlıyor, bu kez kurtlarla uğraşmak zorunda. Neredeyse bir günlük yolculuktan sonra sakin bir kaynağa varıyor İhtiyar, içebildiği kadar su içiyor ve fidesiyle Kör için su depoluyor. O yoklukta karşılaştığı bu mucize manzarasının doğurduğu duyguyla okuyabiliriz şöyle şeyleri: “Damlayan suyun sesi kulakları sağır eden bir mavilikteydi.” (s. 55) Kovaları suyla doldururken denk geldiği sarı bir kurtla uzun süre bakışıyor, ödü kopuyor bu sırada, kurt yavaş yavaş uzaklaşırken rahatlıyor. Sürünün yol üstünde kendisini beklediğini bilmiyor tabii, sabaha kadar sürecek bir sinir harbi başlıyor. İhtiyar’ın sakinliği, liderin gözlerinin içine bakması hayvanları bir süreliğine durduruyor, saldırıya geçecek gibi oldukları zaman İhtiyar yine durdurmayı başarıyor onları, sonra bedenine bir ip bağlayıp bölük pörçük bir uykuya dalıyor, kurtlar ne zaman yaklaşsa ip geriliyor, İhtiyar uyanıyor, uzaklaştırıyor hayvanları. En sonunda sürü pes edip uzaklaşıyor, adam fidesinin yanına dönüyor. Geç kalmış ne yazık ki, fide ölmüş. Üzülürken görüyor ki hâlâ canlı olan bölümleri var, hemen işe koyuluyor ve tamamen canlandırıyor bitkiyi, zafer! Üç gün boyunca kaynaktan getirdiği suyla suluyor toprağı, mısır serpiliyor, ölümün kol gezdiği topraklarda bir direniş, yaşam anıtı. İhtiyar ve Kör muhtemelen ölecekler ama köylüler geri döndükleri zaman bu bitkinin tohumlarını ekebilirler, böylece hayat devam eder.
İkili bir müddet daha yaşıyor, yiyecek bir şey kalmayınca sıçanları pişirip yemeye başlıyorlar, İhtiyar kaynağa gidip su getirmeyi sürdürüyor. Kurtların bahsi geçmiyor bir daha, adam açlık yüzünden gerçekten umursamıyor veya. Güneş ışınlarını tartmayı sürdürüyor, bu da anlatının başından sonuna kadar tekrarlanan bir eylem. Kefeye geliyor güneş, yükseklerde daha hafifken deniz seviyesinde ağırlaşıyor, bu yüzden adam yakası açılmadık küfürler ediyor, sövüp sayıyor, bu da tekrarlanıyor birkaç defa. Birkaç gün sonra sıçanların da kökü kuruyor, civardakiler ya açlıktan delirip öldükleri ya da kirişi kırdıkları için geriye yağlı bir sudan başka hiçbir şey kalmıyor. İhtiyar en sonunda bir çukur kazıyor, ya kendisi ya Kör için bir mezar. Fidenin hemen yanında, böylece bitki için gübre olabilirler. Adam bozuk para çıkarıyor, yazı tura atıyor ve iç çekerek Kör’ün kendisini iyi gömmesini söylüyor. Sonuçtan memnun olmadığı için iki kez daha atmaya karar veriyor ama ikincisinde de aynı sonuç, İhtiyar gömülecek. Kör’den yağlı suyu içmesini istiyor ama hayvanın da mecali kalmamış, ölümü bekler gibi yatıyor fidenin dibinde. Köylüler gideli dört ayı geçmiş, bizimkiler iyi dayanıyor kısaca.
Köylüler dönüyorlar, aralarından biri İhtiyar’ı hatırlıyor. Bakınıyorlar, iyice serpilmiş, büyümüş mısırı görüyorlar, dibindeki tümseği de görüyorlar. Köpekten geriye pek bir şey kalmamış, mezarı kazdıklarında İhtiyar’dan da pek bir şey kalmadığını görüyorlar. Bitkinin kökleri yaşlı bedeni sarıp sarmalamış, ihtiyaç duyduğu özü adamın özünden sağlamış. Tam bir bütünleşme bu, onca mücadeleden sonra İhtiyar sonsuz döngüye dahil oluyor. Son şöyle: “Köyün yedi hanesinden yedi erkek kalmıştı sadece geriye, hepsi de genç ve güçlü kuvvetliydi, yedi dağ sırtında yedi tane baraka yaptılar, birbirine bitişik olmayan yedi tarlaya, güneşin dur durak bilmeyen o keskin ışınları altında, her biri birbirinden körpe olan yedi tane mısır fidesi diktiler.” (s. 102)
Günlerin, ayların, yılların böylesi bir uzamda ayrımı kalmıyor, çok iyi bir isim. Çok iyi de bir metin, Jaguar güzelliği. Tavsiye ediyorum, okuyunuz.
Cevap yaz