Mebrure Sami Alevok’un “Annenin Önsözü” başlıklı yazısı hoş, oğlunun hayvanlara düşkünlüğünü anlatırken evde dolanan sümüklü böceklerden, karıncalardan, çekirgelerden duyduğu tiksintiyi gizlemiyor, oğlanın keşiflerini engellememesi ne güzel. Öyküler çocuk okurlara yazıldığı için “siz küçüklere” dediği okurlarla aynı yaşlarda olduğunu söylüyor Yaman’ın, 13 Aralık 1945’te 11 yaşını tamamlamış, 12’ye basmış, Büyükada İlkokulu’nu pek iyi dereceyle bitirmiş ama Işık Lisesi’nin altıncı sınıfına giderken bazı üzücü sıhhi sebepler yüzünden mektepten ayrılmış Yaman. Tam o sıralarda eşinden ayrılmayı düşünüyor ama oğlunun iyileşmesini bekliyor Alevok, zaten Yaman Koray’ın hemen her öyküsünde annesinden bahsedip babasının adını bile anmaması işaret. İşte, evde ders alıyor Yaman, arkadaşlarından geri kalmamaya çalışırken canı sıkılıyor belli ki, hayvanlarla geçirdiği saatlerin dışında yapacak iş arıyor, annesinin yönlendirmesiyle kalemi kâğıdı alıp başlıyor yazmaya. “En küçücük yaşından beri böcek, kuş, balık olsun, her canlıya; uçar, yürür, sürünür, koşar cinsten her türlü hayvana karşı garip bir merak, büyük bir tutkunluk gösteren ve eve, bahçeye doldurduğu bu mahluklara rahat yaşama, beslenme şartları yaratmak için çabalayıp duran Yaman’a senelerdir elinden geçen bu türlü türlü canlı şeylerin hikâyesini yazmak fikrini ne vakittir aşılamaya çalışıyordum ki Büyükada İlkokulu’nun başöğretmeni kıymetli maarifçilerimizden Bay Süleyman Öz’ün, çocuk ruhunu anlayıp kavramasını bilen sözleriyle bu mevzu, tekrar canlandı. Böylelikle de Yaman’a, siz küçük arkadaşları için hayvanlarını yazmak şevkini, cesaretini veren kuvvet, hocasından gelmiş oldu.” (s. 7) Yıllar sonra yazacağı onca metni de çocukluğunda bulmak mümkün demek ki, Koray sevdiği insanların teşviki olmasa yazmayı geç düşünecek veya hiç düşünmeyecekti belki. Alevok’a göre cicili bicili çıngıraklara pek aldırmazken ilk sevinç çığlıklarını bahar kelebeklerini görünce atmış Koray, iki yaşındayken Maçka çocuk bahçesinden ilk ganimetlerini getirmeye başlamış: böcekler, çekirgeler, kelebekler ve hayvanlar yiyip büyüsünler diye türlü ot, çiçek. “Yılan böceği” tuttuğunu söylemiş bir de, dili dönmezken neyi tuttuğunu söylemeye çalışması ne mutluluk ama ev sakinlerinin korktuğu da oluyor tabii, mesela yılanlarla dolu bölümde görüyoruz ki havuzun kenarında tuttuğu iki yılanı kavanoza koymuş Koray, ertesi gün bakmış ki pis pis kokuyor hayvanlar, ölü. Tanıdık bir koku üstelik, yaralandığı zaman mürebbiyesinin döktüğü tentürdiyot. Çok üzülmüş çocuk, yine bulmuş yılanları da cam muhafazalarda beslemeye başlamış, ahali de kabul etmiş artık çocuğun sevgisini. İtimat da etmişler, gerçekten güvenlik önlemini alıyor Koray ama yara bere içinde kaldığı oluyor, üstelik hayvanlara pek iyi baktığını söyleyemeyiz, açlıktan veya başka sebeplerden öldükleri oluyor çünkü. Yine de çocuk işte, gönlünce oynuyor, tanıyor hayvanları. Sevgisi bariz, gerisini öğrenecek. “‘Ne güzel değil mi anne?’ Bu suali ne çok defalar, tüylerimi ürperten ne çirkin mahluklar karşısında duymuşumdur.” (s. 9)
Köpek var başta. Büyükada’dan İstanbul’a taşınma zamanı gelmiş, eylül sonlarında hazırlıklar yapılıyor, yola çıkmaya üç dört gün kala köpek yavrularını görüyor Koray. Adamın biri yavruları topluyor, satma niyetiyle ortalıkta dolandırıyor ama köpeklerin anneleri ölünce, eh, Koray’ın heyecanını da fark edince siyahlı beyazlıyı veriyor ama önce annesine soruyor Koray, zamanında Alevok’un baktığı sakat köpek her yıl doğurunca koca köpek sülalesine bakmak zorunda kalan kadın eve köpek sokmamaya karar vermiş ama oğlunu da kıramıyor, İstanbul’a götürmeyip orada bırakma şartıyla kabul ediyor yavrunun alınmasını. Adı Tino, Rumca emirleri hemen ezberliyor, tatlı bir köpüş. Suya girmeyi sevmiyor, aile deniz kenarına inerken ne kadar çağrılırsa çağrılsın gelmiyor su kıyısına. Kedilere düşman ama Koray’ın “Uğur” adını taktığı kediyle kardeş kardeş geçiniyor. Bu kedinin hikâyesi yok mesela, Koray yazmamış, ilginç. Köpeğin bir fena huyu da kıskançlık, başka bir hayvanın sevildiğini görünce homurdanır, fırlar, sıçrar, arıza çıkarırmış. Kaplumbağayı hele, o kadar kıskanırmış ki havlayıp dururmuş ama kaplumbağa oralı olmaz, dut tanelerini lop lop yermiş. Tombul Hanım dutları yedikten sonra mor mor dolanırmış ortada, kış uykusuna yatıp kalktığında baharla birlikte Koray da gelirmiş adaya, tekrar buluşurlarmış. Tino’ya dönelim, Koray köpeğe alıştıktan sonra zehirlenen bir annenin yavrularını da sahiplenmiş, Tino’yu çekip konuşmuş, yavrulara bakmak Tino’nun da vazifesiymiş artık. Bir süre dalaşmışlar ama yavruları çok sevmiş Tino, çok güzel zamanlar geçirmiş o evde. Derken evi koruyup kollayan Barba bir gün gezmeye çıkarmış köpüşü, o sıra zehirli et atmışlar, Tino yemiş ne yazık ki. Hayvanları o zamanlar da zehirliyorlarmış, hiçbir şeyin değiştiği yok.
Yarasa Cingöz. İyi yarasa, ısırıyor mısırıyor ama cik cik ünleyip peşinde uçuyor Koray’ın, değişik. Evin üst katındaki balkonda yaşıyormuş bunlar, Koray keşfettiği zaman birini ikisini yakalıyor, ansiklopedilere bakarak ne yiyip ne içtiklerini öğreniyor. Haşaratı öldürüp yediği için faydalı bir hayvan, kanatları ilginç, bir açtı mı eni kaç katına çıkıyor bilmiyorum. Sinek öldürüp veriyor Koray, yarasayı öyle besliyor, evcilleştiremiyor tabii de yarasa yemek veren eli unutmuyor. Koray vazife bellemiş hayvanları tanıtmayı, kendi tecrübeleriyle birlikte ansiklopedik bilgi de veriyor ki hayvandan korkmasın çocuklar. “Yarasaların garip halleri, esrarlı uçuşları yüzünden ortaya çıkarılmış kan emme, kadın saçına sarılıp dolanma, yüze yapışma gibi masallar da tamamen uydurma, muharrir hayalinden çıkma şeylerdir.” (s. 26) Arkadaşlık yaz sonuna kadar sürüyor, aile İstanbul’a dönecek, Koray hayvanını salıveriyor doğaya. Üç dört kez dönüyor tepede Cingöz, sonra yallah. Çok uzağa gitmemiştir herhalde, yine evin üst katındaki balkona dönmüştür. Tomi ile Coni iki ördek, Alevok bir yaz Polonezköy’e gidiyor da dönüşte bu iki yavruyu getiriyor. Sesleri çok tatlı, mürebbiye hayvanlara don giydirilebildiğini söyleyince Koray rica ediyor da iki tane don dikiyor, ördekler ahaliyi kırıp geçiriyor. Sonra bir gün okula gidiyor Koray, döndüğünde sansar veya kedi gibi bir şeyin ördekleri boğazladığını öğreniyor. Anne çok üzülüyor, iki civciv bulup getiriyor ama teselli değil bu Koray’a. Hayvanlarının ölümlerine çok üzülüyor çocuk, avunmuyor, deneyleri sonucu öldürdüklerinin yerine hemen yenilerini edinip onları en iyi şekilde yaşatma yollarını bulmaya çalışıyor. Yılanlar mesela, kavanozda ölene kadar duruyorlar, Koray besleyemediği hayvanları alıkoymadığını söylese de onca deneyden sağ çıkamayan hayvanlar oluyor, çocuk hemen yeni yol bulmaya çalışıyor. Alabalık yavruları mesela, suyu değişmeyince ölüyorlar, Koray hemen buluyor formülü: kavanozun üzerine bir tülbent, suyun altına koy kavanozu, tamam. Kurbağalar ve karıncalar birlikte, Koray bu patlak gözlü hayvana sağlam düştüğü için çok sayıda kurbağa yetiştiriyor, karıncalarla beslemeye başlıyor hayvanları. Kraliçe karıncayı buldu mu kolay, etrafı karınca basıyor, Koray toplayıp götürüyor hemen. Böyle hikâyelerin sonu genellikle ailenin İstanbul’a gitmesi, hayvanların uykuya dalması, bir sonraki yaz devam. Eşek arıları biraz daha başka, zar zor tutuyor kraliçeyi de kendine kovan yapıyor Koray, birkaç kez sokulsa da arıların büyülü dünyasını gözlemlemek için her türlü acıyı çekmeye razı. Çok tuhaf, arılar ölüm zamanlarının geldiğini anladıklarında yumurtaları parçalayıp kovanı dağıtıyorlar, böylece kimse aç ve soğukta kalmıyor, zaten vereceklerini çoktan vermişler, Koray balı bir güzel lüpletiyor.
Türlü türlü hayvan, aşırı meraklı bir çocuk. Daha iyi iki şey yok.
Cevap yaz