1980’de YAZKO basmış Cepheye Yollanırken‘i, 1999’da Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları da Karşı Çıkmak Gerekiyordu‘yu basmış, o kadar. 1983’te Büchner Ödülü’nü alan Schnurre’ün başka metinleri de Türkçeye çevrilse keşke. Schnurre 1928 doğumlu, İkinci Dünya Savaşı’nda er olarak savaştıktan sonra “47’ler” adlı gruba dahil olarak metinlerini kaleme almaya başlıyor. Grubun hikâyesi ilginç, Hans Werner Richter’in öncülüğünde bir araya gelen yazarlar arasında Heinrich Böll, Günter Grass ve Siegfried Lenz var, savaşı lanetleyen başarılı metinlere imza atıyorlar. 1967’de dağılana dek ödül de veriyorlar seçkin yazarlara, edebiyat dünyasını olumlu yönde etkilemişlerse de dağılmalarını boyunduruğun kırılması olarak görenler de var. Schnurre’nin yaratıcılığını tetiklemiş, iyi. Öykülerin tamamı savaşla ilgili, ironi damarı güçlü anlatılar var. Pasifist karakterlerin farklı anlatım biçimleriyle ele alınması hoş mesela, ilki karşı çıkmak gerektiğini söyleyerek savaş çığırtkanlığı yapan halktan kaçmaya çalışırken yakayı ele vermemeye çalışıyor, kentin sokaklarında izini kaybettirmeye çalışırken mekân değişimleri o kadar hızlanıyor ki ardından koşan insanların bomba olduğunu, karakterin sağ kalabilmek için cepheden uzaklara topukladığını hayal edebiliyoruz. Diğer karakter dağ köylerinden birinde yaşıyor, evinin bulunduğu alana kadar gelen askerlerle diyalogları, işgale karşı hazırlık yapan köylülerle ilişkileri tam bir pasif direniş örneği. Öykü öykü gitsem daha sağlıklı olacak gerçi.
“Cepheye Yollanırken” yazdım ki jeton düştü, sanırım YAZKO’nunkiyle bu aynı kitap. Çevirmen ikisinde de Zeyyat Selimoğlu, ikinci versiyonda kitabın orijinal adına, Man sollte dagegen Sein‘a sadık kalınmış. Evet, bu öykü sabahın altısında başlar, henüz karanlıktır, gözlerini ovuşturup kırpıştıranların bir ellerinde tüfek, diğer ellerinde oyuncak ayıları ve bebekleri vardır. Nizamiye kapısının önünde analar bekler, bir ananın oğlunun adını haykırdığını duyarız öykü boyunca. Çavuş sağ baştan saymalarını ister ama daha dört yaşında çocuklardır onlar, saymayı bilmezler. Cesaretlendirici bir konuşma yapmak üzere orada bulunan komutana “amca” diye hitap ederler, o yaşta bir çocuk için gerçekliğin büyülü olması gerekir ama savaşın katılığında düşünceler de taşlaşmıştır, kısa süre sonra cepheye gidecek çocukların dalgınlıkla beklediklerini görürüz bir süre. Arkada yaşlılar bir tank barikatı kurmaktadırlar, şehrin savunması için seferberlik ilan edilmiş muhtemelen. Savaşın son günleri olsa gerek, Bruno Ganz’ın canlandırdığı Hitler’in çocuklara madalya taktığı sahneleri hatırladım. Çocukların “İşte artık küçük Hans’ı yok işte” diye şarkı söyleyerek yürümeleri kör göze parmak olsa da iyi bir öykü. Kısa konuşmalar, daha da kısa betimler, ânın yansıması. “Gömme”de anlatıcı burnuyla konuşur başta, böylece Gott’un ölüm ilanının absürtlüğü karakterin dinamiğine uydurulur. “Gott” Tanrı demek, Tanrı öldü, karakter sokağa çıkıp gazetelere baktığında habere dair hiçbir emareye rastlamıyor. O bölüm de pek hoş: “Bugün: Yok. Yarın: Yok. Yeni Dünya: Yok. İstikbal: Yok. Bayram Akşamı: Onda da yok. Tek satır bile yok.” (s. 15) İlan gazetesinin sonlarında kısacık bir ölüm ilanı vardır, onun dışında halk Gott’un öldüğünden habersizdir. Anlatıcı cenazeye giderken fabrikalardan, gri göklerden bahseder, bütün doğa ele geçirilmiş gibidir, savaşın finanse edilmesi için çalışan onlarca insan da başka türlü bir cephede mücadele etmektedir. Bir iki kişi, aralarında rahip de var, Gott’u çukura indirirler, tabutun üzerindeki tarih silinip gitmiştir, adamın adı da silindi silinecek. Rahip cemaate seslense de kimse dinlemez adamı, hemen dağılırlar. En son o çıkar mezarlıktan, topallar. Tanrı birçok kez ölmüşse de en çok savaşlarda ölmüştür herhalde. “Bir Taksi Şoföründen Tümen Başrahibine Mektup” adlı öyküde arabasına aldığı adamı savaş zamanlarından hatırlayan adamın mektubunu okuruz, önceki öyküyle bağlantı kurulabilir. “Sizi hemen tanıyamadım; ancak yavaş yavaş ve zamanla yüzünüz, siz hiç farkına varmaksızın hep önümde, önümdeki dikiz aynasıyla arabanın ön camındaydı; yıkık Berlin yüzünüzün tam ortasından geçip gidiyordu Bay Rahip.” (s. 24) Müthiş. Adam rahibin askerlere yaptığı konuşmayı hatırlar, coşku dolu sözler koca bir X’e söylenmektedir, yan yana duran miğferlerin, tüfeklerin sildiği isimler ölmeden kısa bir süre önce yaşadıklarını son kez hissederler. İsa’nın diliyle konuşmaz rahip, ağzından kandan, günahtan başka hiçbir şey çıkmaz. Silik isimli haçlar tepelerde çoğalırken geriye rüzgârdan başka bir şey kalmaz, rüzgâr ölülerin bedenlerinden kalanları oradan oraya savurur. İnancını yitirip mayın tarlasına koşan, ordudan kaçıp adamlarıyla Ruslara sığınan rahiplerden geriye kalanlar bu mektuptadır, askerlik zamanında sayısız acıya tanık olan taksi şoförleri, temizlik işçileri, kondüktörler de. Ulusun adaleti başrahibi yargılar, cezasını verir. “Hayır, ölüm takdisini sunduğumuz o insanlar gibi ölmeniz bir şeye yaramaz; siz ölmemelisiniz! Çünkü ölüm kefaret değildir; sadece bir çıkar yoldur ölüm: Siz, yaşamalısınız. Güvenini en çok yitirmiş olan, en çok itilmiş olan bizlerden biri gibi, yaşamalısınız.” (s. 28)
“Kaçarken”le birlikte şehirden çıkarız yavaş yavaş, kırsaldaki mücadeleye tanık olmaya başlarız. Bu öyküde karakterler isimsizdir, nereden nereye gittikleri belirsizdir, bir tek askerlere yakalanmamaları gerektiğini biliriz. Ormanın içinden geçen dar yoldan yürürler, karakterlerden biri geçtikleri kum yatağının bir zamanlar dere olduğunu, tozlara batmış bir alanınsa çayır olduğunu hatırlar, değişen dünyayla birlikte kendilerinin de toza dönüşmelerinden korkarlar içten içe. Kadın ve çocuk için yiyecek aramaya gider adam, kilometrelerce ötedeki metruk evleri aradığında küflenmeye yüz tutmuş ekmeği bulur. Çocuğun durumu ağır olduğu için başta yemeyi düşünmez ama yolda yağmur bastırdığı zaman ekmeğin dökülüp gitmemesi için önce sırılsıklam olma pahasına ekmeğin üzerini örtecek, ardından iyice ıslanan ekmek ziyan olmasın diye olduğu gibi mideye indirecektir. Kadına hiçbir şey bulamadığını söyler, kadın da çocuğun öldüğünü söyler, son. Başka bir öyküde iki kaçak kamptan firar ettiklerinde geride ölü bir gardiyan bırakırlar, takip edildikleri kesindir. Biri diğerini bırakıp gitmeyi düşünür, çalkantılı iradesinin günden güne nasıl çürüdüğünü görürüz, nihayetinde arkadaşını bırakıp gidecektir ama arkadaşı onu bırakmaz, hayali musallat olur. Açlık ve yorgunluk da bastırınca geri dönmeye karar verir adam, yetmiş kilometre kadar yürür ama yaralı arkadaşını bıraktığı yere varamaz. Köylülerden biri bulur onları, yarım mil mesafede iki ölü. “Sınır”ı da bu gruba ekleyebiliriz, sınırı geçmeye çalışan hamile bir kadın, yaşlı bir adam ve diğerleri yine ormanların içinden, dağın tepenin arasından geçerek kıyametten kaçmaya çalışırlar. Schnurre karakterlerini hareket halinde tutar, hayatlarını aceleyle kurtarmaya çalışan insanlar geride kimseyi bırakmamaya çalışsalar da nadiren başarılı olurlar. Korkunun kıskacında olabildiğince insandırlar, çoğu özgecidir, yaşamlarını feda ederek başkalarını kurtarmaya çalıştıkları gibi kendi canlarının derdine de düşebilirler. Pek başarılı yansıtılmış bu haller, hemen hiç tahlile girişmeden sadece eylemlerle.
“Göl Kıyısındaki Ev” en uzun öykü, biraz daha uzasa novella olabilecek nitelikte. Dağ köyünde yaşayan bir ailenin savaş sırasında yaşadıklarıdır. Tobias balıkçı, Trude ev kadını, iki de çocuk. Yaşayıp giderlerken köydeki hareketlenmeyi görürüz önce, gönüllü direniş grubuna insanlar kayıt olmaya başlarlar, sonra siperler için çukurlar kazılır, en sonunda da önce Alman, sonra Amerikan askerleri gelirler köye, Tobias’ın Amerikalı generalle balığa çıkmasıyla öykü biter. Pasifistlik esas bu öyküde zirveye çıkar, Trude’un çukur kazdığını duyan Tobias gidip eşini alır ve çiftlik işleriyle uğraşmaya devam eder, uzaklardan gelen silah ve top seslerini duymaz gibidir, askerler evini basınca da onlara iyi davranır, böylece başına bir iş gelmez. Şiddetin üzeri örtülü mü diye tekrar okudum, acaba Tobias’ın gözünden mi görüyoruz dünyayı diye düşündüm ama hayır, savaşla hiçbir ilgisi olmayan insanların başka türlü davranmaları da beklenemez herhalde. Kaç nesildir dağlarda yaşıyorlar, o kadar yükseğe savaşın sesinden başka bir şey gelmemiş o güne kadar, abartılı bir durum yok. Balığa da çıkarlar yani, general Almanları püskürttükten sonra kafa dinlemek isteyecek kadar bezmiş savaştan, doğal.
İyi öyküler, yazarın başka metinlerini de okumak ister şu deli gönül.
Cevap yaz