İlyas, Cem, anlatıcı Mustafa otelin salonunda takılıyorlar, Kara Hafta münasebetiyle ödül verilecek, Yunus Nadi’yi alan herif orada, “atölyeciler” yine sürü halinde dolanıyorlar. Tülin Bayburtlu selamları alıyor, birileriyle konuşuyor, mekândan çıkarken Mustafa’nın gözleri üzerinde. Arada eleştiriler: yarışmaların değişmez jüri üyeleri, “demirbaş edebiyat heyeti”, bilmem ne. Bölümler halinde roman, sahne değişiyor, bir sonraki bölümde Suriye Pasajı’ndayız, dergi çıkarmak isteyen ekip toplanmış, Mustafa’nın editör olduğunu öğreniyoruz. Tipik muhabbetler, metnin geri kalanından ayrışan bir yan yok, dosya konusu güvenli liman mı olacak, yeni bir şey yapma amacıyla yola çıkanlar piyasadakileri mi takip edecek, meşhurlardan öyküdür şiirdir ne varsa topladıkları halde yeni bir şey yapmayı nasıl düşünebiliyorlar, mesela Nilay o nev-edebiyat havasında Remzi Bayburtlu dosyası yapmayı neden teklif ediyor, bir dünya tutarsızlığı görmezden gelip devam ediyoruz, yine edemiyoruz çünkü diyaloglara isim sokuşturma belası duraksatıyor. “Evet Cem, bunu biz de düşündük.” “Valla Tuğrul, deterjan iç ve sus kardeşim.” “Ağzından çıkanı kulağın duysun Şükrü, bir kuşu kükretemezsin.” Nilay’la Mustafa pasajdan çıkıp yürümeye başlıyorlar, Suriyeli bir babanın iki kızıyla önlerinden geçişini izliyorlar, içli köfteci abi beyaz önlüğüyle dikiliyor bir köşede, bulutlar dolanıyor tepede, insanlar yürüyor caddede, yani elbet dünya deviniyor ve devinimin örneklerini metne tıkıştırmanın nesi iyi bilemiyorum. Devam etmeden önce bu iki ibişten bahsetmeli: Nilay üniversiteyi bitirmek üzere, İstanbul Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü öğrencisi, dergiye çevirileriyle katkı sağlayacak. Remzi Bayburtlu’yu seviyor. Mustafa da Remzi Bayburtlu’yu seviyor, çok seviyor aslında, aşırı seviyor, boş zamanlarında mimar olmaya çalışıyor, okulu henüz bitirmemiş. Nilay’ın ailesi Anadolu’da, Mustafa’nın ailesi İstanbul’da ama ayrı yaşıyor ailesinden Mustafa, öykü yazmayı seviyor. İkisi dünyanın en boş beleş edebiyat muhabbetlerine bayılıyorlar, biri edebiyatın sektörleştiğini, “onlarla” aynı şeyi söylemediklerinde sevilmeyeceklerini büyük bir ciddiyetle ileri sürüyor, diğeri aynı ciddiyetle Bayburtlu’nun bir romanının “başından sonuna kadar simsiyah bir ata bindirip götürdüğünü” falan söylüyor, edebî ataklardan şimdilik ani hareketlerle kurtulabiliyoruz zira daha ikinci bölümdeyiz ama yorulacağız zamanla, camı açıp imdat dileyeceğiz. Biri en güzel pasajları evde yüksek sesle okuduğunu, diğeri aynı şeyi yapıp bir nevi dua payesi biçtiğini söylüyor o pasajlara, kısacası tam birbirine denk iki avanak pozcu var önümüzde, ne eyleyeceklerini merak etmeyi şu noktada bıraktım. Bayburtlu’yu yazar olarak beğenmelerini kara atlarla fişteklemek dışında temellendirmiyorlar, “oha ne kadar süper şeyler okuyoruz ve birbirimize benziyoruz” dışında söyledikleri hiçbir şey yok, bir de Mustafa’nın lezzetli dudaklara, enfes omuzlara, harikulade göğse dair yaveleri var, boş buldukları her an uzanıp sevişiyorlar, öyle de kapılmışlar birbirlerine. Yetiyor mu, hikâyenin sürmesi için karakteri araç olmaktan ötede görmemek bozduğu için oyunu, meh, yenecek gibi değil. Edebiyatın, aşkın iki kişilik küçük bir ülke olduğunu söylüyor Nilay, diğeri defalarca tekrar ediyor bu benzetmeyi, “küçük bir ülke”, ne kadar da güzel dedi, “küçük bir ülke” aman maşallah, “küçük bir ülke”. Neyse, tın tenekelik bu kadar yeter, devam edelim, ikisi diğerlerinden ayrılıp yeni bir dergi projesine başlıyorlar, bu fikirden o kadar etkileniyorlar ki biraz daha sevişiyorlar. Sevişmedikleri zaman Tülin Bayburtlu’dan bir röportaj koparmaya karar veriyorlar, yüz seksen beş kez sorulmuş soruları tekrar sordukları için pişman olacaklar sonradan, çok zeki olmadıklarını defalarca belli ediyorlar böyle. Karakterler aptalsa, anlatı tekdüzeyse, klasik biçimden zerre kopmuyorsa vay başımıza küller yağa. Daha bir zipleyerek gideceğim, Mustafa yazarlık tutkusuyla yanarken Tülin’le arayı sıkı tutmaya başlar, Nilay’ı boşlar, birlikte çıkaracakları dergi için yazdığı öyküye Tülin’in el atmasıyla kararını değiştirir, öyküyü Varlık‘a ateşler. Ha, adı geçen diğer dergiler bildiğimiz dergilerdir de adları değiştirilmiştir, Varlık niye aynı kalmıştır bilinmez. Bir de köşe başlarını tutanlara tavır alıp yine köşe başına göndermek, gerçi aptal karakterler olduklarını söylemiştik. Zekâ verilmemiş daha doğrusu, yaşam da verilmemiş bunlara, kamu hukuku ders kitabı gibi konuşuyorlar zira, üniversite öğrencileri olduklarını söylemek mümkün değil. “Evet Görkem, ben de o romanı incelerken taklalar atmıştım münasebetsizce, meğerki başka bir sebebi daha olsun bu özgeci eylemimin.” Bir türlü kapayamadım bahsi, yahu biz bunların domates soslu makarna yapma, çürük domatesleri çöpe atma serüvenine niye şahit oluyoruz, gündelik muhabbetlerinde hikâyeyi derinleştiren hiçbir şey yok, sıfır, gevezelik edip duruyorlar? Şişirme bölümler o kadar çok ki binanın çatısına çıkıp avazeyi Davud gibi salacaktım az kalsın. Yanlış odaklanma: beş birimlik hikâyeye bir birimlik derinlik, dağı taşı görmekten derinliği de göremiyoruz final hariç, son yüzleşme ânı bir tamam fakat Nilay’ın şak diye değişip isyan etmesi dahi sakil. Remzi’nin yaşamını, Tülin’i kopyalarlarken sorun yoktu, Mustafa oyunu açık edince mi bozuldu, saçma. Mustafa’nın bembeyaz pirinç pilavı yaparak rahatladığını on kez görmeden anlamıyorsak diğer her şeyle birlikte bizim aptallığımız herhalde. Tülin’e gitmişler, evet, inanılmaz, “sesli söylenişi bile tuhaf geliyor”, sessiz söyleselerdi hemen inanırlardı sanıyorum.
Mustafa dallaması giderek Remzi’ye benziyor, aynı şekilde giyiniyor, Tülin’le yakınlaşıyor derken şirazesi kayıyor, arkadaşı Cem’le konuşurken sinirlenip yumruk atmaya başlıyor. Kukla gibi, Cem uyarırken biri ipi çekiyor da sallıyor yumruğu sanki, tansiyon yükselir de bir şey olur, anlarız kavganın geldiğini, yok. Cem’in sopa yedikten sonra söylediği de evlere şenlik: “Sen iyi değilsin abi.” Makine konuştu. Ha, sonra yine aynı masada oturup muhabbet ediyorlar, aralarında sıklıkla olurmuş öyle şeyler. Bilmiyoruz ki, Kara Hafta’dan sonra kıçı kırık bir dergi toplantısından başka bir araya geldiklerini hiç görmedik, arkadaşlıklarının geçmişini bilmiyoruz, öyle okuyup geçiyoruz yani, yaşamın olağan akışına oturmuyor bunun gibi hadiseler. Ev ziyareti sırasında Remzi’nin odasına girmeye çalışmıştı Nilay, sonlara doğru Mustafa nihayet girmeyi başarıyor, Tülin’in oyununu oynadığını anlıyor. Hayır, Remzi gibi olamaz Mustafa, evet, yeteneği var ve Tülin yol gösterebilir ama o kadar, ötesi yok. Yüzleşme sırasında Nilay suratına vuruyor bu kopyalama muhabbetini, Mustafa yaşamın kurguya dönmesinden bahsediyor, klişeyi parlatacak bir kurgu olmadığı için kafamıza düşüyor bütün diyaloglar. Haber geliyor dergiden, öykü üç ay içinde basılacakmış, Mustafa yazma sevdasıyla hayatına devam edecek Nilay olmadan. Neye çok benzediğini anlamıyoruz, Remzi’yle nasıl koşutluklar kuruyor belli değil, Tülin’le sevişme isteği ve yazarın fildişi kulesindeki yalnızlığı belki, bunlar. Daraldım, benden bu kadar, az da arka kapağı gömeyim ve bitsin. Düzeltiye benim adımı yazmışlar, oluyor öyle şeyler, ben düzeltmedim metni. Sevdiğim biri yazdı bu arka kapak yazısını muhtemelen, kusura bakmasın, ne “roman türünün gereçleri” ne de “dilin tüm imkânları” becerikli bir biçimde kullanılmış, yani o kadar bilinen bir biçem var ki ortada, dil o kadar düz ki okur infilak etmemek için kafasına ağırlık kemeri takmalı. “Bir ilk yapıtın acemiliklerinden uzak” mı, ben mesela böyle şeyler yazmaya utanırım, elim varmaz. Ne diyeyim, romanlar arasında bazı romanlar roman, bazıları da roman ama olmasa daha iyi roman.
Cevap yaz