Tuncay Birkan’ın titizliğinin onda biri bende olsa hayatım bambaşka bir yere gitmezdi de daha bir derli toplu olurdu, kişisel bir Tuncay Birkan diliyorum kendime. “İzler” serisinin devamı gelmedi sanırım, birkaç kitapla kaldı, yürüseydi büyük iş olacaktı. Prestijdir en azından, gerçi Birkan farklı yayınevleriyle çalışıyor, Refik Halid Karay’ın metinleri İnkılap’tan çıkmıştı. Tek bir yayınevinde toplansaydı kitaplar, anca banka yayınevleriyle mümkün belki. Bu seri için bir giriş yazısı yazmış Birkan, ele aldığı dönemin toplumsal özellikleriyle yazarın kişiliğini, sanat görgüsünü kıyaslayarak, denkleyerek anlatıyor. Uğraşının temelinde “üç beş meraklı haricinde kimselerin hatırlamadığı veya varlığından haberdar olmadığı” metinlere gün yüzü göstermek var, Osmanlı’nın son zamanlarına dayanan yazı geleneğinin Cumhuriyet’le birlikte geçirdiği değişimi de görebiliyoruz böylece. Vâ-Nû’ya bakarsak dönemin son model yazı makinelerinden biri olduğunu görüyoruz, ustalarının sesini metninde duyurduğu gibi çağdaşlarının öyleli böyleli metinlerine de yer veriyor övmek veya yermek için, çokseslilik tam. On binlerce yazısı var gazetelerde ve dergilerde, söylediğine göre onları toparlamak yaşlılık işiymiş, en kıymetli yazıları da bunlarmış. Birkan’ın da ayrıntılarıyla anlattığı gibi 1920’lerden 1960’ların sonuna kadar uzanan özel bir dönem var ki muharrirliğin zirvesi, yine Birkan’a göre “modern nesir dili” 1910’ların sonlarıyla 20’lerin ortalarında Falih Rıfkı, Refik Halid ve Ahmet Haşim kurmuş, gündelik hayata dair envai çeşit fenomeni sırf siyasetin penceresinden görüldüğü şekliyle değil de hayal gücünü de katarak gösteren yazarlarsa Vâ-Nû, Peyami Safa, Ataç, kısmen de Nâzım Hikmet ve Necip Fazıl. Yazılarda var, Necip Fazıl’ı ilgiyle takip ettiğini ve yazdıklarından esinlendiğini söylüyor Vâ-Nû, kumar olayı ortaya çıktığında ustasını çalkalamayı da ihmal etmiyor. Etkileşim içinde bu isimler, birbirlerini okuyorlar, bazen tartışmalara da giriyorlar köşelerinde yazdıkları üzerinden, renkli bir matbuat âlemi. Nedir, bahsi geçen isimlerin çoğu başka uğraşlarla iştigal edince koparlar, Vâ-Nû gibiler yazmayı sürdürürler, üstelik 141 ve 142’ye rağmen. En çok Markopaşa çekmiştir herhalde bundan, yazarların tepesinde sallanan sopa gibi bir şey. Yazıların edebî niteliğine gelince, eh, Oktay Akbal’ından Vedat Günyol’una pek çok yazar sonraları değinmiştir, Vâ-Nû gibi yazarlar hikâye anlatma, kurmaca estetiğini de katarlardı yazılarına, sonraları gazetelerin kimlik değiştirmesiyle kayboldular. Belediyenin işleri mi eleştirilecek mesela, yapıların kübik formlarından Refik Halid gibi Vâ-Nû da şikayet eder, ertesi gün edebiyat dünyasından havadislerle doldurur yazısını da Garip şiirini yerer, güncelinde ne varsa onu bahis konusu yapar. Değinmiştir, ileride araştırmacılar edebiyatın hangi merhalelerden geçtiğini takip edebilmek için kallavi metinlere değil de süreli yayınlara bakmalılar, gelişmelere ânında tepki verilen yer oralar çünkü. Yaşamıdır, siyasi görüşleridir, uğraşıyla debelenmesidir, her şeyi pek güzel anlatmış Birkan, Vâ-Nû’nun yapıp ettiklerini öğrendikten sonra okumalı yazılarını. Sekiz bölüm var, her bir bölümden üç beş yazıya değinmeye çalışayım ve başaramayayım.
“Dil”de dönemin tartışmaları: yeni sözcüklerin türetim biçimleri, eskilerin ne olacağı. Zarını atmaktan da çekinmemiş Vâ-Nû, “okul”un toplumda karşılığının olmadığını, “mektep”ten devam edileceğini söylüyor. Sıradandır böyle şeyler, atılır, tutmaz, toplum aşırı akışkan bir kümedir. Tabir konusu var, sözcükler kırpılıp kırpılıp yıldız yapılmıştır da halkın deyişinde bambaşkadır artık, “ehemmiyet verme” yerine “ipleme”, “tınma”, “umurlama” gibi tabirler çıkmıştır piyasaya, kısacası tepeden verilen kararların halk nezdinde karşılık bulmamasının bir sebebi de hızlı çözüm gibi görünüyor. Başka bir mesele sözdizimi. “Bizde sözün makbul olmamasına, binaenaleyh güzel konuşanların kıt olmasına sebep nedir? Bahsettiğim gibi, evvela anane… Sonra da cümle-i nahviyemiz: Diğer lisanlarda bir cümlenin içindeki esaslı fikir ilk önce söyleniyor, arkasından teferruat serdediliyor. Mesela, ‘Gördüm bir at beyaz geçerken önünden bizim evin ki Fatih’te İstanbul şehrindedir,’ nevinde cümle kuruluşu bütün ecnebi lisanlarda caridir.” (s. 43) Esas fikirden ayrıntılara doğru ilerlerken bilgiyi sonradan yerleştirmek mümkün, bizdeyse cümleyi kurmadan önce anlam yapısını oluşturmak gerekir ki pek az hatibin altından başarıyla kalktığı bir iştir, Vâ-Nû bu yüzden bizde güzel konuşanların pek az olduğunu söylüyor. Başka, dil kurultaylarından çıkan kararlar yıllar boyunca dert olmuş, ideolojik gerekçelerle baş ağrıtmıştır, canlı örneği var bir yazıda. Vâ-Nû’nun söylediğine göre sözcükler elbet konuşuluyor, bazı kararlar alınıyor ama dayatmacılık yok, sadece tavsiye olarak dile getiriliyor bazı kararlar, yoksa toptan bir yasaklama söz konusu değil ama öyle bir yansıyor ki sokaktaki adam kullandığı bir sözcük yüzünden hapislerde çürüyecek sanki. Dilin değişmesi için küçük dokunuşlar sadece, o kadar. Aşırıya kaçanlar yok değil, eleştirilerden biri de Türkçenin kaynağından çekip çıkardığı sözcüklerle metinlerini çatan mühim bir kişi için. Alıntılamış Vâ-Nû, metinden bir şey anlamak söz konusu değil, o zaman fişek takıp eskileri eşelemek doğru değil.
“Edebiyat” bölümünde adaptasyon, çeviriler, yerellik, estetik, tekmili birden. “İthalat ve İhracat Edebiyatı” başlıklı yazı hoş, Vâ-Nû önce Şark âlemiyle ilişkimizden bahsediyor, etkilendiğimiz metinlerden. “Derken Avrupa’da ‘manifaktür’ devri denen istihsal tarzı, sonra ‘kapitalizm’ başladı. İstanbul bütün memleket için ithalat merkezi oldu. Artık Avrupa eşyası, hudutlarımızın içine bol bol giriyor, dahilî sanayiyi mahvediyor.” (s. 87) Edebiyat da payını alıyor bu ithalattan, parçaların burada monte edilmesinin anlamı yok, malzeme dışarıdan geldiği müddetçe yerli bir edebiyattan bahsetmek mümkün değil. Hani yerli malı da katmışız ama bir Gorki, bir Dostoyevski çıkmamış bizden, yeni edebiyatın ortaya çıktığının kanıtı olan büyük eserler verilmedikçe yazarların söyledikleri tatava olarak kalıyor. Anadolu’yu dolaşıp ne olup bittiğini anlamak isteyenler varmış, çabalarını takdire değer buluyor Vâ-Nû da dünya edebiyatının geldiği noktaya bakınca yetersiz. Bir mülakatta edebiyatımızın “çocukça” olduğunu da söylüyor, millet neler neler yaparken bizde eşelenmenin ötesine geçilememiş. İlginç, takip ediyor Vâ-Nû, mesela Amerika’da “küçük hikâyecilik”in revaçta olduğunu söylüyor, okuyan Fransızların burjuva oldukları için ayaklarını uzatıp uzun uzun okuyabildiklerinden bahsediyor, bizde bunların hiçbir örneği yok. Hikâye bazında ne var, şu: “‘Halid Ziya’nın romanlarındaki hayat tarzı halkımızca taklit edildi!’ dediler. Bence daha ziyade, vaziyet şöyle olmuştur: Bu üstat bizden daha ileri safhadaki Garp milletlerinin romanlarından mülhem eserler yazdı. Bizim cemiyet de bizzarure Garplılaştığı nispette o hayatın tipleri içimizden doğdu.” (s. 104)
“Fikriyat”tan Tevfik Fikret yazısıyla bitireyim. Vâ-Nû diğer yazar arkadaşları gibi kendisinin de Tevfik Fikret’i adeta mistik bir varlık olarak gördüğünü söylüyor bir yerde, haliyle bir doktorun Tevfik Fikret’in bunak olduğunu iddia ettiği yazısına tepki gösteriyor. İsa deliymiş, Muhammed saraymış, Lenin frengiliymiş, çamur kitaplar o zamanlar sıklıkla yazılırmış ki infial yaratıp para kazandırsın. Fakat Vâ-Nû burada ayarı kaçırıyor biraz da, psikolojinin henüz emekleme döneminde bir bebek olduğunu söyleyerek öyle tepeden tepeden konuşan psikologların iyi halt ettiklerini belirtiyor. Yıl 1929. “İnsan, içtimai insandır, doktor bey! Doktorlar, Tevfik Fikret’le ancak merhumun hayatında meşgul olmalı idiler. Büyük şair, şimdi, sade edebiyata ve tarihe mevzu teşkil edebilir.” (s. 220) Ne mevzu var başka, yakılacak kitaplar, muzır neşriyat, belediyenin yıktığı tarihî binalar, mütercimlerin tercihleri, daha da neler. Vâ-Nû kıymetli bir yazar, düzyazının kuğusu kuğusu.
Cevap yaz