Madrid’de Ölmek sinemalarda, aynı gün Julián Grimau idam ediliyor. Paris, 1963, Kökden faşizmin kalbine yakın. Tiksintisini döküyor, insanlığın onurunu kaldırmaya çalışıyor düştüğü yerlerden. İspanya, Şili, Almanya, Türkiye, sırayla. Kesitler, fragmanlar diziliyor arka arkaya. Grimau’nun idamına ses çıkarmayan Avrupa satın aldığı güneşi daha ucuza getirmeye çalışıyor, baskılar göstermelik, on yıl var Franco’nun düşmesine. José Bergamin ülkesine dönmüş, doğduğu topraklardan uzakta ölmek istemediğini, ne olursa olsun vatanına döneceğini söylemiş yoldaşı Rafael Alberti’ye. Geri dönüp yeni bir çehre kazandırmak İspanya’ya, Paris’te kurulan hayal. Baskı ve ölüm tehdidi altında Bergamin, dönmüş ve maden işçilerinin grevini savunanlarca kaleme alınmış açık mektubu imzalamış. Ölüm, hapis veya yine sürgün. Uruguay Büyükelçiliği’ne sığınarak kurtarıyor canını, kendi ülkesinde bir başka toprağa zorunlu göç. Gerisini biliyoruz bugün, tekrar kaçmak zorunda kalıyor Bergamin, 1970’te geri döndüğü zaman biraz daha beklemesi gerekecek. Franco 1969’da “olağanüstü durum” ilan edince korkusu açığa çıkıyor, otuz yıllık iktidarı çatırdıyor. Muhalifler baskıdan yılmasalar da Burgos’tan korkuyorlar, bizdeki “Silivri soğuktur” muhabbetinin muadili “Burgos’a götürülmek”, “Burgos’ta kalmak”. Kışın ortasında geceleri toplanıp ısınıyor insanlar, umudu yaşanıyorlar, gündüz herkes işinde gücünde. Kilise sessiz, sindirilmiş, Yasımı Tutacaksın‘da anlatılana göre rahibeler turist kadınlara salça oluyorlar, din adamları gençleri ezmeye çalışıyorlar, can korkusu veya gaddarlık. Yine de çözülmeler başlamış, Oviedo maden işçilerini savunanlar, papaz sendikaları kuranlar var, zorbalık gücünü yitiriyor. Sanat hâlâ cenderede, Goya’nın 1800’lerdeki İç Savaş’ı yansıttığı kimi resimlerin sergilenmesi yasak, radyo ve televizyon için Picasso diye biri yok. Guernica’yı bombalayan Alman uçaklarından Franco bile dehşete düşmüştür, insan öyle olduğunu umuyor en azından. Küçücük kasabaya yağan sayısız bomba. “Guernica’nın renk ve biçim kazandığı o tedirgin günlerde doğmuş genç bir İspanyol resim eleştirmeni, Picasso’nun sanatını övmekten iki yıl cezaevinde kaldıktan sonra söylediklerinde ne kadar haklı: ‘O, özgürlüğün ressamıdır. Fakat, kendisine verilen değil, eliyle koparıp aldığı özgürlüğün. Picasso, öz yaşantısıyla, özgürlüğün bedelinin ödenmesi gerektiğini öğretti. Bedel ne ölçüde yüksek olursa olsun!’” (s. 24) Barcelona’da bir balıkçıyla sohbet ediyor Kökden, balıkçı, “Rojos?” diye soruyor. Cumhuriyetçi mi, solcu mu Kökden, gülümsüyor bir. Kızına Rusya’dan bir posta kartı geldiğini söylüyor balıkçı, oradan bir şeyin gelebileceğine hiç ihtimal vermezmiş. Leningrad’dan bir sahne var kartpostalda, Avrupa’nın diğer ucu.
Salvador Puig Antich sembolleşmiş genç bir adam, “garrot” ile boğularak idam edilmiş. Demir tasma, yavaş yavaş sıkılıyor. İdam edilenin yüzüne siyah bir örtü geçirilirmiş ki kararan yüzü tiksindirmesin izleyenleri, gerçi Antich’in yanında avukat veya papaz yokmuş, insanlık zaten yokmuş. Goya’nın gravüründe örtü yok, dehşet tamamen ortada, suç da. Cellat‘tan bahsediyor Kökden, İspanya’da gösterimi yasak olan filmlerden biri. Yeni evli çiftin oturacağı bir ev yok, adam cellatlığa başvuruyor ki tahsis edilecek evde yaşayabilsinler. İdamlık bir durum çıkmadığı sürece iş kolay, tutuklulara bir iki zorbalık yapar geçer de ilk idamında eli ayağı dolanıyor adamın, yapamayacağını söylüyor. Eski bir cellat olan kayınpederi ilk idamın her zaman çok zor olduğunu söylüyor, ilkinden sonrakiler kolay. Cellatsız dünya en zoru, kurucu veya yıkıcı babalar o bıçağın, demirin, gazın yaydığı korkuyla yönetmek istiyorlar. “Tiksinti Çağı” ve “Acıya Yolculuk”ta toplama kamplarının en büyüklerinden birini gezen Kökden’in fırınları gördüğü zaman hissettiklerini nasıl aktarmalı bilmem. Hava kapalı o gün, gürültücü gençlerle birlikte bitmek bilmeyen bir otobüs yolculuğu, ardından Auschwitz. Anıtlar otuz yıl öncesinin korkularını taşıyor, ziyaretçilerin çoğu sessiz sessiz dolanırken gürültücü tayfayı uyarıyor rehber, insanlar oraya daha da insan olmaya geliyorlar, biraz sessizlik. Kamptan çıkmanın iki yolu var, zamanında askerler delik deşik duvarları ve bacaları gösterip gülerlermiş. Kökden hücreleri, fırınları, gaz odalarını geziyor ve tarihi canlandırıyor gözünde: üst üste yığılmış bedenler, altın diş avına çıkan askerler, kireçlenip gömülenler veya yakılanlar. Savaşın dehşetini anlatan sayısız eser var, benim aklıma Lüneburg Varyantı geliyor, kampta oynanan her satranç maçıyla birilerinin ölümünü engellemenin mümkün olduğu o kabus. Kasten kaybetmek yok, Nazi komutan rakibinin ne kadar iyi olduğunu bildiği için kazandığı her maçtan sonra rakibinin yakınlarını katlediyor, ölecekleri rakibine seçtirdiği de var. Sophie’nin Seçimi. Her şey korunmuş gerçekte, mahkumların kıyafetlerinden bavullarına koca dağlar varmış kampta, Kökden uzun süre bakıyor onlara. Ölenlerin saçları kökünden kesiliyor, yüzükler toplanıyor, bavullardakiler yürütülüyor, kasalara yerleştirilen paralar merkezlere yollanıyor ve savaşın finanse edilmesinde kullanılıyor. Toplumun henüz günah çıkarmadığını, meydanlara veya sokaklara kurbanların adını vererek yırtmaya çalıştığını söylüyor Kökden, deli adamın peşinden giden çoğunluk derin bir sessizliğe gömülmüş. Geçmişle arada bir utanç duvarı yükseliyor, yüzleşmeler yeterli olmamış. Dönüşte hava biraz açıyor da kendisiyle birlikte gezinen Yahudilerin yüzlerindeki acıyla karışık teselliyi görüyor Kökden, Şili’den gelen bir kadının faşizmle savaşmaya devam ettiğini öğreniyor. Neruda’ya geçmesi bu yüzden, ne yazık ki kalbi kırık ölen büyük şair ülkesindeki cuntanın devrildiğini göremedi. Cenaze töreninde askerler dolanıyor, insanların başı dik. Neruda orada, Jara orada, yoldaşların adını haykırıyorlar.
Faşizmin 1970’lerdeki yükselişi şaşırtıcı, Kökden 1977’de Brüksel’in caddelerinde dolanırken aşağı yukarı 200 kişilik bir grubun Flaman SS’lerinin anısı önünde saygı duruşunda bulunmalarını hayretle izliyor, o sıralar hapiste olan Nazi işbirlikçilerinin özgürlüğü için yapılan konuşmaları dinliyor. Hitler’i aklayan metinler yazılıyor, İtalya’da yürüyüşler ve eylemler düzenleniyor, Yahudilerin soykırıma uğramadığı iddia ediliyor, her şeyin çok büyük bir yanlış anlamadan ibaret olduğunu iddia edenler farklı bir tarihi geçerli kılmaya çalışıyorlar. Hitler ve Himmler kandırılmış iki şeker lider olarak karşımıza çıkıyorlar, aşina olduğumuz bir senaryo. İddiaya göre Hitler’le çağı arasında ortak bir kimlik var, sorumluluğundan kurtarmasa da Hitler’in aslında o kadar da kötü olmadığına işaret edenler sağı güçlendiriyorlar. “Nazizmin yeniden diriliş günlüğü yalnız bunlardan mı oluşuyor? Elbette, hayır! Aşırı sağcı grupların ölçü dışı gösterileri, savaşın bitiminden 32 yıl sonra bir dizi siyasal cinayet, birçok ülkede Sinagog ve Yahudi mezarlıklarına yapılan saldırılar, Kepler olayı dolayısıyla Roma’daki hastaneden kaçırılan eski SS Albayı için Aşağı Saksonya’da siyah SS giysileriyle yapılan destekleme yürüyüşleri, son hareketlerin ancak birkaçı…” (s. 123)
Son tiksinti yirmi üç kişiyi Nazilere teslim eden yandaş Fransız hükümetinden ötürü. Adıyamanlı Misak Manukyan’ı çocukken kurtaran misyonerler Fransa’ya götürürler, Manukyan işçi olarak çalışmaya başlar. İşgalle birlikte sabotajlara, saldırılara başlar, Nazilerle mücadele eder. İhanete uğrar, yakalanır ve arkadaşlarıyla birlikte idam edilir. Hiçbiri gözlerinin bağlanmasını istememiştir, dosdoğru ölüme bakmaktan korkmazlar. Alman halkına karşı hiçbir kin duymadığını söylemiştir Manukyan, faşizme karşı Jorge Semprún’la omuz omuza mücadele ettiğini düşünmek hoşuma gidiyor. Karşılaşmışlardır, farklı yerlerde mücadele etmişlerdir, yazarın hikâyesi sürerken işçininki en onurlu biçimde sonlanmıştır. Manukyan’ın şairliği de iyi bilinir, savaşmak zorunda kalan bir şair sözcüklerden ne beklemeli?
Kökden denemeleriyle biliniyor, bu yazılarında sınırlar bulanık. Tarih, anı, gezi yazısı, deneme, hepsinin zenginliği var. İnsanca yaşamak için verilen emek, çekilen eziyet var en başta.
Cevap yaz