Faruk Ulay’ın Beldeler Kitabı da böyleydi. “Aynalar Şehri” o kitapta mıydı bilmem, öykünün adının “Aynalar Şehri” olup olmadığından da emin değilim ama malum, şehir değişince aynalardaki şehir değişir, aynalar değişir, gözlemci değişir, öykülerin yer aldığı kitaplar değişir, hatırlayamayız. Şeylerin eski halleri başka bir şeydir, muhtemelen yoktur artık, hatırlamak için gereken nirengi noktaları da molozların altında kalmıştır, koca şehirle tanışlığımızın sabiti bir ağaç vardır da kentsel dönüşüm yüzünden yoktur artık, silinmenin türlerinden biri belirmiştir de bizi de katmıştır toza dumana, boşluğu hikâyelerle doldururuz. Dün Maltepe’nin yirmi yıl önce çekilmiş bir fotoğrafını yolladı arkadaşım, tren istasyonu. Eski trenlerin sesi: ta tam, ta tam ta tam. Küçükyalı’nın son halini anlattım, “İstasyondaki lojmanı yıktılar, yanındaki binayı da yıktılar, alt geçidi kapadılar,” dedim, “Cengiz Abi uzun süredir ortalarda yok, hastaneye kapatmışlardı en son,” dedim, “Deli Nuri kibrit çöpünden ev yapıyor hâlâ,” dedim, çocukları tekme tokat dövdüğünü söylemedim, “Yıkılacak binaların içine girebiliyorsam video çekiyorum, giremeyince dışarıdan fotoğraf çekiyorum,” dedim, binaların yerini bilişsel haritama kazıdığımı söyledim, “Bir gün bu Küçükyalı’dan bir şey yapacağım ben, son haliyle ilk hali arasında bir Küçükyalı acaba hangi Küçükyalı?” diye sordum. Son darbeden önce belediyeymiş, o zamanları bilmiyorum da hemzemin geçitli zamanlarını biliyorum. Minibüs Caddesi’ni sahile bağlayan tüneller yapılmadan önce orada çin çin çin inen bir bariyer vardı, arabalar trenin geçmesini beklerdi, biz de trenin geçmesini beklerdik, zaman bizim geçmemizi beklerdi, biz zamanın geçmesini diye gider böyle, sonuçta elde fotoğraflar değil, insanlar değil, bir hikâyeler kaldı diye düşündüm işte, Küçükyalı’nın tarihçesini çıkarmaya kalksam konuşacak yaşlı da kalmadı, oturduğum sokağın yakınlarında Konsolos Bey’in evinin olduğunu söylemişti Ekşi Sözlük’ten biri de nerenin konsolosu ve kimin oturduğu sokak, ben o sıralarda doğmamıştım çünkü, benden öncesinin şehrini nasıl bulayım? Hikâyelerden şehir kurmak. Bilmediğim bir şey. Erdem’in çabasını bu yüzden çok sevdim, beğendim, kitabı başkalarına da önerdim, onlar da şehrin nasıl, hangi biçimlerde kurulabileceğini görsünler istedim. Tabii Erdem’in anlattığı şehir herhangi bir şehirdir, Calvino’nun şehirlerinin aslında tek bir şehrin kırık aynadaki yansımaları olduğunu göz önünde bulundurarak Erdem’in şehrinin sayısız gözün önünde tek bir şehir olarak bulunduğunu söyleriz, şehirlerle ilgili metinler komşulaşır. Şehrin Ilık Solukları‘nın komşuları arasında Şehrin Katmanları mutlaka vardır, Calvino’yu andık, Ulay’ı, daha da pek çok metin ve yazar vardır ama Erdem’in uğraşına eğilmeliyim şu noktadan sonra, bu noktayı da yitirirsem şehri tamamen kaybetmekten korkarım. Birkaç fotoğraf daha çekmeli.
On dört bölümden oluşuyor metin, hemen her bölümde kısa bir öykü, daha kısa bir çizgi öykü ve şehrin lirik anlatımlarıyla, hikâyeleriyle kurulmuş bir şiir yer alıyor. Erdem bütün yapıyı ilk ve son hikâyelerle bir arada tutuyor, ilk öyküde adamla çocuğun gezintisine şahit oluruz. Patikadan aşağı inerler, deniz kıyısına gelirler. Karanlık basarken uzaklarda zayıf sarı bir ışık belirmeye başlamıştır ki bu ışığın doğurduğu merakı kara delik doğurmaz, yolculuk sırasında gecenin üçüdür de camdan görürüz işte, uzaklarda bir ışık, birkaç, orada kimler yaşar, neyin ışığıdır o, öykülerden birinde treni bir kasabanın istasyonunda durdurur Erdem, çocuk uzaklarda gördüğü ışığa takmıştır aklını, gecenin köründe kimseye bir şey demeden aşağı iner, o ışığa doğru yürümeye başlar. Gün ayar, şehir çocuğu bağrına basar. Tayin olduğu ilçeye gitmeye çalışan babayla ev hanımı anneden olma, muhtemelen sıkıcı yaşamların arasına sıkışmış çocuğun olağanüstü kurtuluşu, şehir sayesinde. Adamla çocuğa dönelim, güneşin batışını izlerler ve adam şehrin masallarını anlatmaya başlar. Annesiyle babası ölmeden önce, eski zamanlarda bir abisi vardır adamın, çok okur, çok çalışır ve şehre gider. Mektuplar yollar, bazen kendi gelir ve temelli şehirli olana kadar adamı hikâyeleriyle işler. Adamın çocuğa anlattığı hikâyeler farklı formlarla karşımıza çıkar, önce kısa öykülere bakayım. İmrendiğim bir üslup, çok sevdiğim tuhaflıklar, Erdem’in öyküleri şahane. Otel eski bir binada açılmış, adamımız gizemli, kalacak. Tabii şöyle: “Adam kapıyı hafifçe itti, inleyerek açıldı.” (s. 31) Burada açılan adam diyesiydim, öykü bambaşka bir yere giderdi. Neyse, adam kimliğini ve ödeyeceği tutarın bir kısmını veriyor, yukarı çıkarken kedinin kuyruğuna basınca tekerleniyor bir anda. Otel çalışanı gençten biri var, kedinin canının yandığını ve adamın yerde yattığını görünce adamın verdiği parayı koyduğu yerden alıyor ve adama veriyor, valizini de sıkıştırıyor eline, yallah. Kimse kedilere zarar verdiği yerde kalamaz ve kimse “Ulthar’ın Kedileri”nde anlatıldığı gibi kedilere zarar veremez, şehir ve kediler insanı yutuverir. Başka bir öykü, şehrin orta yerinde zıplayarak dolaşan yaşlı bir deli var, bizim Deli Nuri’yi andırıyor azıcık. Deliler içeride bir yerde birbirlerine benziyorlar. Bir kadın deliye dikiyor gözlerini, deli o bakışlarla karşılaşınca bütün neşesi kayboluyor, zaman bir anlığına donuyor. Sonra akış devam, o bir an geçmişin kaç ânına denkti, merak. Bütün bunlar detaylıca kurulan mekanın içinde gerçekleşiyor, başka bir öyküden örnek: “Burası, akvaryum kaplumbağalarının üzerine çıkıp soluklandıkları, küçük taş parçalarına benziyordu. Şehirde kaybolmuş biri buraya çıkıp şöyle bir etrafına bakınarak, ne yöne gitmesi gerektiğini aşağı yukarı kestirebilirdi. Bu park hemen yanından başlayan binalardan dar arka sokaklara açılırdı.” (s. 51) Bu parktaki salıncak. Adam yıllardır gördüğü salıncakta bir kez olsun sallanmadığını düşünür, sinirlenir ve sabahın çok erken bir saatinde aşağı iner, salıncağa oturduğu gibi kolan vurmaya başlar. Çocukluğundan beri neden bir kez olsun gelmemiştir oraya, bu da uzaklardaki parlak ışıklar gibi gizemli. Gölge gibi gelir, sallanır ve döner, yakınlarda duvara yaslanmış adamlar parka gelip çimlere uzanırlar, tam zamanında dönmüştür adam, yavaşça sallanan salıncağın zincirlerinden gelen gıcırtıdan başka iz bırakmamıştır geride. Erdem’in buluşları böyle çok insanca, çok derin ve çok küçük, ânın mucizeleri gibi, epifaniden hallice. Çok hoş.
Bisikletli çocuğun öyküsünde olduğu gibi acılardan geçen insanlar da yer alıyor bu öykülerde, çocuk ve bisiklet çok hüzünlü bir hikâyenin kahramanları. Yağmur yavaşlamıştır da yerler kaygandır yine de, okuldan eve gelen çocuk feryatları duyunca koşturur, annesi ona kardeşinin öldüğünü, babasına haber vermesi gerektiğini söyler. Bisikletine atlayan çocuk hiçbir şey düşünmez, kardeşinin neden öldüğünü veya babasının nerede olduğunu bilmez, pedal çevirir sade. Acı bir fren sesi duyduğunda bile robot gibidir, gözü karardıktan sonra dünyayı tekrar gördüğünde yatay durumdadır, çimenlerin ıslaklığını hisseder. Ayağa kaldırırlar, bisikletinin ezilmiş tekerini ve kendisine çarpan araçtan çıkıp koşan adamı görür. Hiçbir şey söylemez, kalabalığın arasından koşarak sıyrılır ve babasını bulmaya gider. Budur öykülerin çoğu, kriz veya aydınlanma anları, belki bir umudun yeni ifadesi.
Çizgi öyküler daha özdür, şehrin insanları nasıl yalnızlaştırdığına değinir, şehrin yalnızlığının insanla gitmediğine de değinir, iyidir bunlar. Şiirler farklı bir duyarlılık taşır, pencerelerden görürüz bir şehrin neliğini. Daha da görmek isterim, bu yüzden Erdem’in diğer kitaplarına da bakayım bir.
Cevap yaz