Melisa Gürpınar’ı andım. İstanbul’la ilgili bir şeyler yazacaksam nasıl bilmezdim, hemen okumalıydım, Emel Kefeli böyle demişti. İstanbul’la ilgili bir şeyler yazmadım ama Gürpınar’ı okudum, İstanbul’u şiire enlemesine yaymıştı, şimdi baksam boylamasına derim çünkü dizeleri kısa ve boldur, yine de yüzeyi doldururcasına genişler çünkü dokunmadığı hiçbir şey yoktur. Kediler, gülhatmiler -uyduruyorum, İstanbul’un çiçeği nedir, ortanca?- ve geçmiş, İstanbul bunlardan mamul. Diyeceğim, olmayacak, İstanbul’u geçmişiyle göremeyen bir ben miyim diye meraklanıyorum, İstanbul’u kendimce gören bir ben miyim, demiryollarından ibaret sayan, hakkında yazılmış onca metinden hiçbir şey alamayan, söz gelimi Orhan Pamuk’un anlattığı halini Mars’ta bir şehir sanan, bilmiyorum. Metropol Ninnisi demişti İsahag Uygar Eskiciyan, bağlam hakkında hiçbir fikrim yok ama bununla uyuyabiliyorum. Tam neşide. Gölünü görüyorum, Küçükçekmece, Erdem’in anlattığını görmeye çalışıyorum, çakışıp birbirini yok ediyor. Sandalları, eski evleri, kıyıdaki çatukları. Ekin kıyısında yürürmüş çocukken. Ekin’in çocukluğunu daha uzun anlattırsaydım keşke, artık her şey gibi çok geç ama bir gün dönerse buralara, o zaman Küçükçekmece’yi ondan bilirim. Erdem’den bol balıklı dalyanını, batık limanını, batağanlarını, midye sıralarını ve gelgit tortularını öğreniyorum, bir de suyun dibindeki deniz fenerinin ıstırabını. Ondan öğreneyim diyorum, Erdem anlatsın da dinleyeyim buralarda neler varmış: şehirliler uzunca yürüyüp yorulurlar, yan yana durup beklerler, bu şehrin bekletmeleri hiç düşünüldü mü derince, biri hastalanınca hepsi birden hastalanır çünkü yakınız beklerken, küfürler aynı, yağmur aynı, şehir bütün anıları. “Sedef Adası”nda aradığım çocuğu buluyorum, bir burada buluyorum bir de Âtıf Efendi Kütüphanesi’nde, çocuğun biri üst katta oturuyor da aklına düşmüş koca bir nar, önündeki kitaptan mıdır, çımacıyla anlatıcının babası ne konuşmaktadır, kuzinedeki barbunyadan okul masraflarına neler, midye ve istrongilos kokusu çocuğun ellerinde, kayalara çıkmış yengeçler ay ışığında nasıl görünürse öyle görünüyor uykudan önce. “Derler ki, kurucusu sülüs ve nesih yazı bilirmiş;/ şair, hattat, sürgün bir defterdar…” (s. 13) Fenerbahçe vapuru gökte bir bulut, kendini rüzgâra bırakırken mendirekte balık tutan çocuğun gözlerindeki yansımasını bilmiyor, çocuk kayalıklarda dolanan kedinin kovasındaki balıkları dikizlediğini bilmiyor, insanlar bulutların vapurlara dönüşebileceğini bilmiyor. Kandilli Rasathanesi’nde usturlap, yıldızların sesi, ters akıntıdaki çocukların yanaklarını okşayan zamanın yeli, okul vakti gelesiye. “Abdülhak Şinasi Hisar”ın son ikilisi: “Alışkanlıklara bağlanmaktır yaşlılık, özlemek geçmiş zamanı/ bir şehre güzel düşlerle bağlılıktır yazı, çocukluğun uzun romanı” (s. 19) Ebabil de geçiyor metnin birinden, suyu yalayan kara gölge. Teraslara doluşan şehirliler yazın sıcağından kurtulmak için göğe çöken bulutun damlalarında. Karanlığı yutan gölgeler, karanlığı yansıtan yağmur damlaları. Bomonti Bira Fabrikası o tahta arjantinlerin zamanından beri, malt, mutluluk. 56 Chevrolet ve palamut, geniş zamanın geniş arabalarından denizdeki noktacıklara kadar engin bakış. Zamanı da aşmayı biliyor, Bozdoğan Kemeri şehre giden suyun yolunda bekleyen koyun sürülerini, köy çocuğunu, cevize boyanmış ellerle yükseliyor metinde. Şiir diyesim yok, aslında şiirdir ama nasıl, düzyazı şiirin düzyazıya meyletmiş biçimi.
Daha bir bildiğim mekanlara geliyorum, “Hacopulos Pasajı”nın dolu imgesi bu kadar dokunurdu biçimlenmemiş sezgiye: “Eski bir geçide girmez zaman, kapılarında eğlenir/ iki cadde görmese de birbirini, öteki vardır sesinden bilir” (s. 57) Meşhur girişini bildim yıllarca, arka taraftan -orası arkaysa, neresi arkaysa- çıkmazdım çünkü nereye gittiğini bilmiyordum oranın, orayla işim yoktu, üniversitede Mustafa Amca’nın karşısındaki sahaftan çıkmadığım zamanlar hep önden gelirdim. Yıllar geçti, yolum arkaya düştü, okuldan sahaflara doğru yürürken önünden geçtim de görmedim o güzel kapıyı, aklım başka yerdeydi. Nasıl anlatayım, iki farklı şehir gibiydi iki çıkış, komşu ama birbirinden öyle uzak ki bağları yok, duymuyorlar seslerini. Birinin sesi kalabalıklardan, diğerinin otomobillerden, belki bu yüzden. Bir uçtan girip diğerinden çıktığım günü yaşamamış olsam Erdem’in bu dizelerini bu kadar iyi anlayamazdım. Dünyalar birleşti, kafamdaki haritanın aslanlarla dolu kısmı doldu. Aslan yokmuş, aslında tek bir şehir varmış, sadece farklı yüzlerini gösteriyormuş. Bunu başka türlü de anlarız, başı yukarı kaldırmak yeter. Cadde üzerindeki binalara hiç bakmamak yukarıda başka bir şehir yaratıyor, bir gün Galatasaray’ın önünde arkadaşımı beklerken anladım. İki sokağın kesişim noktasında durmadan onların bağlandığını idrak edememiştim, tam köşede iki sokağı birden görünce, hiç görmediğim kadar görünce anladım. Önünden bin kez geçtiğim binaya girmeden, pencerelerden aşağı bakmadan o binayı aslında hiç görmediğimi anladım. Yıkılan bir binanın molozlarının üzerinde durmadan o binanın yıkıldığını anlayamadım, binanın gördüğü gibi görmeden. Sokak köpeklerinin neye havladığını hâlâ anlayamadım, kaç kez sevdiğim köpeklerin bir gün düşman oluvermelerini anlayamadım, düşman olup olmadıklarını da anlayamadım, kendilerini sevdirmekten vazgeçmeleri düşman olduklarını mı gösterir? Işığı kısık sokakların gündüz vakti başka sokaklara dönüşmediklerini anladım, iki türlü de görmek gerekiyormuş, biri diğeriymiş. “Feneryolu İstasyonu” incecik sızı, o güzelim binalarının kapısına tahta çakmışlardı en son. Üniversiteye giderken trene binerdim bazen, Feneryolu’ndan yukarı dümdüz çıkınca Göztepe, dönüşü özlerdim. Hep beraber yürürdük Kadıköy’e gidilecekse, oturup bir iki şey içilirdi, âşık olunurdu. Güzeldi. O binaya ne oldu? Haydarpaşa’dan vapura binilirdi, o yolculuk olmadan vapurlar tam mı? Erdem istasyonda bekleyen iki kişiyi diyor, birinin elinde bavul, denizden uzaklara gidecek. Biraz aşağı yürüyünce Kalamış’a çıkılıyor oradan, aklıma Elif’in çalıştığı Sarman geliyor, bir de Kargo’dan “Kalamış Parkı”. Geçende Bostancı’dan kitaplarımı alacağım, gözüm kutulara kaydı, kutulardaki isimlere. Mehmet Şenol Şişli! Aynı yerden alıyoruz kitaplarımızı, karşılaşmayacaktım ama şehrin ondaki yansımalarını biliyordum, yetti.
Şehrin nerelerine gideceğiz, Erdem yalılardan kulelere, adalardan sarnıçlara dek götürecek okuru ama nereler kalacak geride, onların metinlerini kim yazacak? Dragos’un yeri pek yoktur, İstanbul’dan uzaktır ama bu şehirde güneşin batışının izlenebileceği en güzel yerdir, bir dizesi dahi yoksa Dragos kayıp mıdır? Büyükada’nın iskelesi, sirenleri, mavi çinileri ne zamandır var, böyle küçük detayların tarihçesi yazıldı mı? Merak, bazı şeyler eskiden yoksa ne vardı, bu binanın yerinde ne vardı, Küçükyalı’nın geçmişi bir yerde yazılı mı? Hakan İşcen anlatmıştı, 1980’lerde Kadıköy’den dönerken Bostancı’da inip Küçükyalı’ya yürürlermiş, ülkücüler Küçükyalı İstasyonu’nun çevresine pusu atarlarmış çünkü, Bostancı güvenli son durakmış. Şans eseri öğrendim, karşılaşmasaydık hiç bilmeyecektim. Bunlar kaybolup gidecek, ayrıca kimse çocukluğunu anlatmaya yanaşmıyor artık, çocukluk yitik. Kimse pek bir şey anlatmıyor, dinlemeye tahammül edilecek bir çocukluk kalmışken gündeliğin boğuculuğundan kurtulmak için anlatsalar ya. Çok anlattığımı söylüyorlar, siz hiç anlatmadığınız içindir. Hiçbir şeyin anlatılmadığı bir ailede büyüdüğüm içindir. Sessizlikle boğmaya çalışmak, mümkünmüş gibi. Erdem’de bu sesi buldum da okudum metinlerini, o anlattı. Çok sevdiğim bir arkadaşımı dinlemiş oldum say, öyleydi. Sahile inip denize bakınca ben de kedilerin kayalarda koşuşturduklarını duyuyorum, suya yıldızdan, aydan bir yol düştüğünü. Trenlerin kaç tonluk melekler olduğunu gördüm, vapurların yavaşlıklarını kalenderliğe bağladım. Çizimlere diyecek tek şey metinlerin uzanamadıkları noktaları yakalamalarıdır, her metnin yanında bir resim, Erdem’in bildiğimiz tarzı. Metinlerden daha metin. Bütünleşince doğup büyüdüğüm yer işte, evim, şehir, İstanbul.
Cevap yaz