Tuncer Erdem – Ben, Bozkır Yeli

Şuna benziyor, nereden doğduğunu nereden bileceğimiz bir rüzgâr çıkıyor da pardesünün üstünden girip kolundan çıkıyor, bir hikâye, mesela ben sabahları Haliç’e bakarak çayımı içiyordum iki aydır, yeni okulum sabahın köründe başladığı için gün aymamış oluyordu, sırf karanlık, suyu koyuran karanlık, öteden geçen arabaları parlatan karanlık, vinçleri geceye uzanan kollara çeviren karanlık, yağmurun sesini açan karanlık, çatıları geceye uzanan ellere çeviren karanlık, tam karşımdaki camiyi göğün köklerine çeviren karanlık, o caminin adını bilmiyorum çünkü camiyle işim en son anneannemin cenazesinde oldu, ondan önce hemen hiç olmadı ama o camiyi uzaklardan izlemek, karanlığa boğulmayan tek yapıyı süreğen uğultuyla izlemek, çay sigarayla düşünmek o camiyi, karanlığı, o karanlık bir sesle gelirdi, rüzgâr eserdi, fırtınalıydı İstanbul’un havası ya, ondan, sesi duymadan camiye bakmak imkansızdı, camiye bakmadan sesi duymak mümkündü, rüzgâr esiyordu, pardesümden içeri girip hikâye topluyordu benden, içimden değil de görülebilen kısımlarımdan, bir insanın görülebilen kısımlarını camiden, Haliç’ten, karanlıktan ayıramayacağımız için hepsini birden topluyordu, sonra yukarılara çıkıp topladıklarını döküyordu bir, öyküye döndürüyordu, yolda rastladıklarını da aymayla, kararmayla, soğukla, sıcakla, kentle yumup esmeye bahane buluyordu, bulsundu. Gezintide bir rüzgâr. Yel. Böyle bir esişi var Erdem’in yelinin, ben kente uğrattım ama onun uğramaya niyeti yok, belki temiz kalamayacağı için. Zaten yel uğramaz pek, alır, rüzgâr uğrar gibi geliyor bana. “Neden kendime bozkır yeli derim de şehirlere, kalabalık yerlere uğramam, neden binalara, sokaklara, meydanlara sığamam bilmiyorum. Neden sırf boz topraklarda, dağda bayırda dolaşırım; neden devedikenlerini, yemişli çalıları, kır çiçeklerini severim, karlı, yağmurlu havalarda coşarım; neden yalnız ve kederli insanlarla, sarı bozkırın ortasında tek başına öylece duran cılız ağaçlarla dertlenirim, bilmiyorum.” (s. 7) İlk öyküde kendini anlatır, vaktinin bol, merakının çok olduğunu, köylerden tarlalara, ormanlardan derelere geçtiğini, denk geldiği türlü hayattan elde ettiği tanıklıkları kurduğunu, anlattığını, anlatmadan duramadığını söyler. Dinlemeyenlere anlatır, sesini o an duymayanlar dünyayı kaçırır, gerçek anlamıyla. “Hile hurda yoktur sözlerimde. Dosdoğru söylerim. Biraz kurmaca vardır, azıcık da abartı olabilir, o kadar.” (s. 10) Çizerliği de vardır, sayfalarda mevcuttur desenleri, katrana buladığı dallardan, toprağı ufaladığı taşlardan yapar resmini, istemediği kadar yüzey ve boya. Ortadadır ama onu da bakmayanlara yapmıştır, hani etrafına dikkat etmeyenler onun çizimlerini fark edemez, ıskalar. Iskalı doğa, orada insanın sureti vardır bir, belki de bu yüzden sırf o suretleri anlatır yel, sırf görüngülerle ilgilenir, onlar yeli duymuyorsa yel de onları duymaz tam olarak, kurmacası bundandır. Örnek: minibüsten inen yolcu bir başına kalır, mevsim kış, Erdem dört mevsime yaymış öykülerini, mevsimler arasındaki geçişleri bazı alametler üfürerek duyurmuş, her mevsimin devinimini ayrı ayrı ele almış, basit şeylere tutkunluğu bundanmış, mevsimler ve devinim, dallar, yapraklar, su, dinlediğini belli etmek için sallanan yaprak, tepede bir başına ağaç, taşın sabrı, güneşin daha da sabrı, ayın her şeye rızası, dünyanın kendisi. Uzaklaşamaz, o coğrafyaya aittir, oradan ayrıldığı anda yok olacağını da kuramaz çünkü hep vardır, güçlü veya hafif, hareketi sonlanmaz, şahit olmaya mahkumdur da çoktan barışmıştır bu mahkumiyetle, anlatmak belki bir savunma mekanizmasıdır, durmadan anlatır. Neydi, minibüs, kar, yolcu, yol, köy. Kent mi, motele girer yolcu, motelde geceleyeceği için yolcu olmaktan çıkacaktır muhtemelen, bundan böyle “adam” olarak anılacaktır. Hep dış dedim, eylemler, görülebilenler: “Yolcu bankoya yanaştı. Motelci yerinden kalkıp gözlerini ovuşturarak üstünü başını düzeltti. Resmi görevlilerin ciddi yüz ifadesini takınarak adamın yüzüne baktı.” (s. 104) En fazla bu kadar yaklaşacağız. Sobaya iki odun, çıtırtılar, ışıklardan birini söndüren görevli yarı uykusuna döner hemen, adam da uykuya dalar ama uzaktan gelen ulumalarla kesilir düşü, kalkar, camdan bakmaz, tuvalete gidip dönünce yine uyur. Düşününce, yelin kaç gözü var da bunu göremiyor, çok mu az, olduğu gibi mi göz, bu tuvalet faslını uydurmam yel için sorun olur mu, neyi ne kadar uydurur? Araya kendini sokar çünkü o da adamın, motelin bir parçasıdır, aslında kendi hikâyesidir anlattığı: “Yerimden çıktım, sinirlenmiş köpeklerin etrafında dolaştım, çenelerine dokundum, tüylerini okşadım, sakinleştiler. Yeniden yerlerine uzanıp uyumaya başladılar. Bozkırdan gelen sesleri umursamaz oldular. Ben de lastiğin içindeki yerime girip günün ilk ışıklarını bekledim. Yorulduğumdan ya da uykum geldiğinden değil. Sadece yapacak başka işim olmadığından.” (s. 106) Var oluşunu düşünmez, kendine dönük bir fikri varsa da bilgisi yoktur, dolayısıyla olup bitenleri de aynı sisin içinden görüp anlatmaktadır, mesela adamımız ertesi gün yakınlardaki köye gidip dönmeyince mavi ışıklı bir araba yanaşır motele, çatık kaşlı iki adam iner, görevliyle konuşurlar, kaybolan adamın odasını, bavulunu incelerler, biraz daha konuşup arabalarına binerler, vın. Yanıp sönen mavi ışık, arkada iki kırmızı çizgi, adamı kurmaya lüzum yok çünkü adam yok. Olan şey anlatılır. Cami var, akustiğini anlatmak için kaç sayfa gerekir? Şu meşhur filmdeki meşhur naylon poşet sahnesi, üç dakika mı sürüyordu oradan oraya uçuşu, bir yel o üç dakikayı sonsuza kadar anlatabilir.

Kışçıyım, kış öykülerini daha bir sevdim. “İz” diyeyim, yeryüzünün bir köşesinden malumat önce: kuru ağaçların ince dalları beyazlıktan fırlamış, yüzeyi delip çıkmış, kökleri sağlam. Keklik sürüsü havaya fırlıyor, yere konmuyor da düşüyor adeta, bir ses onlardan. “Bir ses duymak için ne kadar kulak kabartırsan kabart, saatlerce hiçbir şey duyamazsın. Herhangi bir şeyin hareket ettiğini de göremezsin. Üzerinde gri-siyah birkaç leke ve çizginin olduğu beyaz bir kâğıda bakar durursun…” (s. 110) Bunu hatırlıyorum bir yerden, derken o bir yeri hatırladım, Tayga Sendromu, delirtici uzam, bembeyaz, gece indi mi kapkara değil, ton farkı bariz ama ne anlam verilecek ona, insanın yerle göğü karıştırmaması için mi var yerçekimi? O bile idrak ettirmez, kurtların ulumasının gökyüzünden yayıldığını düşün, aslında yeryüzüymüş ama bilememişsin, yeryüzünü bilemeyecek kadar göğe sağlam basıyor ayakların. Böyle bir bulunma düzlemi, bulunanlar bir erkekle bir kadın, at, atın dizginine yapışmış genç adam. Renkli patik, atın salınımı, ne büyük oluş o hiçliğin ortasında. Bir çift ışık takip ediyor onları, başka ışıklar belirip sönüyor hemen, yel ne kadar uzaktaysa duyamıyor sesi, o iki ışıktan sonra çıkan ses varmıyor belki başka yelden, havanın bıçak soğuğundan, oluş hemen kesilmeye müsait. Bir çift ışık, ağzında yün parçaları var sabaha doğru, orada ne oldu? Boşluğu okur dolduracak, silahlardan çıkan kurşunlar, bir çift ışık atın gözünden mi, kurt ne oldu, sonuçta doğanın kalbinde ne olacaksa o oldu herkesle her şeye, olağan. Işık biraz daha parlaksa, oduncular işlerini biraz daha fazla gördülerse havanın ısınmasından, bahar mı geliyor? Oduncuları camdan izleyen kadının elindeki hamur parçaları biraz daha büyük, suyu çok katmış kadın, eriyen karın bolluğunun anlattığı bahar mı geliyor? Kış bir yerde bitiyor, yel başa dönüyor, hikâyelerini başkalarından kuracak artık.

Tuncer Erdem’den düş kırıklığına uğramadım hiç, benim yazarımdır.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!