“Metin polisiyesi” diyeceğim. Metni kimin yazdığı, metni yazanın açıklamalarında dürüstlüğü, gerçekte metnin olup olmadığı, metnin okuduğumuz metin olduğunun ortaya çıkması, metnin metin, okurun gerçekte metnin yazarı olup olmadığı —bu sonuncusu ilginç olurdu ve oldu, izlemeyenler spoiler için kusura bakmasın, Jim Carrey’nin oynadığı The Number 23— anlatı boyunca döner durur, okur döner döner yine okur, sorularına tutturduğu ipin ucunu bırakır da akışta bulur kendini, hikâyeyi izlemekten keyif alır. Tugay’ın metni böyle, üçlemenin ikinci parçası olduğundan birinciye çimdik attığı gibi üçüncüyü de merak ettiriyor, ikinci olup olmadığını düşündürüyor çünkü diyelim ki üç yıl sonra beşmiştir, kim ne diyebilir? Ucundan kıyısından bağladı mı sekiz on ki iyi de bağlıyor, mesela bu metinde karşımıza üç büst çıkıyor, üçünü de biliyoruz ama büst olarak değil de karakter olarak, en olmadı isim olarak ilk metinde karşımızdaydılar, kanlı canlı halleriyle genelev maceralarına soyunuyorlardı, en az biri yazardı, en az ikisi olayların kalbindeydi, en az üçü bir kurmacanın parçasıydı ki en az üçü dememin sebebi bir okur olarak kendimi de o büstlerin yanında görmemdir, ölmeliyimdir çünkü ilk metni ödünç verdiğim arkadaşa ödün vermişimdir, kitabı geri getirmemiştir ve karşılaştıramamışımdır kim neydi, bunca şeyi kim yazıyor yahu? Büstlerdeki kaidelere ilk metni ayrı ayrı sığdırabilir miydik diye de düşündüm, düşünmedim değildir, Heykeltıraş Şemgiloğullarından Mesut Beyefendi o büstlere karakter katmıştır, öyleyse dudaklar oynar da diyaloglar canlanır mı? Dağıldı, biraz daha dağılsın, bir metni başka bir metne sığdırabiliriz, örneğin Kusursuz Bir Mesafe‘de Emre bölüm sonlarından birinde bir şey söyler, o kadar anlamsızdır ki niye söylemiştir ama söylemesi lazımdır: “Hafıza güdülmektir.” Asker Daha Fazla Elliott Smith Dinlemek İstemiyor‘daki bir öykünün ilk cümlesidir bu, aslında ikinci metinde hayalet bir öykü mevcuttur çünkü anlatının zamanı birinin sonunu diğerinin başına bağlamakta mahirdir, anlatılan zaman da malum, hep geriye bakıştır, öyleyse Tugay’ın geriyi göz ucuyla kolaçan etmesi üç numarada neler olacağını merak ettirirken bu metni de, evet.
Yakışıklı epigraf, ardından “Ecce Novel” nam ilk bölüm. Suveydaoğlu Fikret’e selam, hatip o. İmzaladığı sözleşme gereği Tugay Kaban vermiş o ismi, sözleşme gereği gerçek ismini açıklayamadığını söylüyor ama anlatıda yer alıp almadığını söylemiyor, kısacası olayların içinde Fikret’i nafile arayınız, belki nafile. Tugay Kaban kendisine ulaşmış, Erotik Poetika‘da otosansür uyguladığını söylemiş, ikinci baskıda otosansürü kaldırmak istediğini de söylemiş ama başaramamış, bütün o düşüncelerinin gerçek hayata akseden taraflarını ölçmek istemiş, bu yüzden Fikret’i hayalet yazar olarak tutmuş. Fikret’in ne yapması gerektiğini karmakarışık anlatmış ki olması gereken de budur, yoksa bu metin niye var? Kaban tam olarak gölge yazarlık istememiş gerçi, Fikret’in kendisiyle üç ay yaşamasını ve kendisini bir metnin kahramanı olarak tasarlamasını istemiş. Birazdan okuyacağımız metin bu çerçevede oluşmuş, biz de bu metnin çerçevesine hazırlanmışız, okuyoruz. İkinci bölüm, “Ecce Homo”. Anlatıcı Kaban, yazan Fikret. Anlatıcının aklına bir şey takılınca organlar alarm zillerini çalıyor, bazı şeylerin öyle olduğu, başka türlü de olabilecekleri veya olamayacakları beynin ve bağırsakların sancılarıyla, beynin sancılarının tahayyülüyle, bağırsak sancılarına tahammülle ortaya çıkan bir, ney, durum veya olay, sonra kapının çalması bambaşka bir olay, kapıda Tugay Kaban’ın elinde bir paketle belirmesi, pakette alıcının da “Tugay Kaban” olması, göndericinin Kabanlardan T.’si, her şey masanın üzerine yığılıyor çünkü anlatıcı paketi masanın üzerine bırakıyor ve dışarı çıkıyor. Çengelköy, Üsküdar, sahaf. Kitapçıymış, pardon, hatırladığımla metin birbirini tutmayabiliyor. El bir kitaba gidiyor, kitabı raftan çekiyor, şiir. Sürprizi var, berbat etmeden devam. Başka bir kitap, “Suveydaoğlu Mehmet” diye başlıyor, meta bir şey ama bu yazıyı terimlerle boğmaya gerek yok ki kuramlardan, edebiyattan, kitaplardan da pek anlamam ben. Başka bir kitap, öykü. Daha doğrusu öykünün prospektüsü, “içinde içindekiler vardır” bir nevi, aç karnına alınamaz, asitli yiyecekler okumanın seyrini değiştirebilir. Kitabı birkaç fahrenayttan, söz gelişi dört yüz elli bir tanesinin üst üsteliğinden uzak tutmak gerekir, öyküyle ilgili bu kadar malumat kâfidir. Anlatıcı kafasını çevirir, aynadan göze akanlar ters yazılmıştır çünkü aynanın tersliği düz yazıları da kendine benzetir. Bunu kısa süre önce Yılmaz Gruda’nın denemelerinde gördüğüm için sevindim ama Tugay’ın metnini okuyalı, bakayım, tam iki hafta olmuş, “önceden sonradan intihal” diyeceğim. Bir de şu: “Bunlar sizi ilgilendiriyor mu? Bilmiyorum. Bu yüzden para kazanmanın ne olduğunu öğrenemedim.” (s. 25) Aslında metnin amacı bu üç cümlede gizlidir çünkü bana da denmiştir otobiyografiklik, bundan bana nelik, geneli iyi ama konusu ehlik. Bu bağlamda metinle boğuşmanın amacını hiçbir zaman anlayamadım, metin dokunulmaz bir bütündür ve evrenin yasaları gereği başlayıp biter, anlatıda bir şeyler olur, anlatıcı gerekirse veya gerekmezse anlattığı şeyi bölüp bir albümün mükemmelliğinden bahsedebilir ki Bret Easton Ellis Amerikan Sapığı‘nda Huey Lewis’i veya R.E.M.’i uzun uzun anlatmıştır ve bu uzunluğu göze sokulan bir bıçakla dökülen bağırsakların hemen arasına yerleştirmiştir, üstelik okuru bunu yapabileceğine ikna da etmemiştir, gerçi okura kalmış bu. Her neyse, sırf sürükleyici bir hikâyenin peşine düşmek isteyenlere Küçükyalı İstasyon Çay Bahçesi’nde takılan Hilmi Abi’yi bulmalarını salık veririm, müthiş hikâyeleri müthiş bir üslupla anlatır çünkü, bir şey okumanıza gerek kalmaz. Ama kafanızın biraz karışmasını, ayaklarınızın azıcık yerden kesilmesini isterseniz Tugay burada. Merhaba Tugay. Yazdığın şeyi okudum, tebrik ederim, gönlüne sağlık ve müsaadenle az daha anlatayım, çok dağıttığım için o odunu kafama yazı bitince indirirsin artık.
Anlatıcı eve döndü, paketi açtı, “Ecce Vivet”. Benlik taraması. Kozmogoniyle benlik: Acaba dünya yaratıldığında mevsim neydi? “Ben” bir kitap mı? “Ben”i tanımaya ihtiyaç? “Sen”e hitap ediyor anlatıcı, “sen”in “ben”ini anlatıyor. Büstlerle bu bölümde karşılaşıyoruz, geçiyoruz. “Ben” büstlere bakar, çantasından Seyahatnâme‘yi çıkarır, suya bırakıverir. Eşi Asiye’ye rastlamadan önce kentin, kentlinin ve “ben”in derinliklerine açılan kapıların neliğini düşünür, Asiye’nin yazdığı mektubu görünce o büyük yazarın cevap vermeyeceğini düşünür. Eşi eve gider, “ben” masaya oturur, Sevgili Orhan Bey’e yazılan/yazdığı mektupla karşı karşıyayız şimdi, anlatının en yoğun noktası. İki yarım tercüme vardır mektupta, bir de yazılması istenen bir romana dair temenni. İç içe geçmiş bir yapı, Orhan Bey’den istenen yardım bu yapının tepesinde, o roman yazılacak. Arada derede Erotik Poetika‘dan esintiler, bilen için. Nihayet eve dönüş, çalan kapı ve muhtemelen üçüncü metinde de karşımıza çıkacak bir adamın getirdiği paket, göndericiyle alıcının ismi aynı tabii. “Ben” bir başkasıymış ama: “Ben senin her şeyimsin.” (s. 70)
Evet, bütün gizemin üçüncü metinde çözüleceğini söylemenin anlamı yok çünkü gizem yok ama o sondaki karakter neyin nesi, varmış gizem. Hasılı böyle metinleri sakin bir ortamda değil de hınca hınç dolu bir otobüste okumanızı tavsiye edeceğim, hem metinde hem de otobüste seyahat ya Resulallah!
Cevap yaz