Thomas Wolfe’un metinlerinin Türkçeye kazandırılması gerekiyordu, Ganzer Kitap bu işe girişti, çok da iyi oldu. Çeviri iyi gibi, redaksiyon da iyi gibi, okunur. İki öykü, bir de anlatı var bu küçücük kitapta, “Tanrı’nın Yalnız Adamı” Wolfe’un yalnızlığına hediyesi. Bu arada Wolfe’un bir öyküsünü daha bastı Ganzer Kitap, Gökhan Yavuz Demir de tanıtmış geçenlerde, o da hoş bir şey. Neyse, şöyle başlıyor anlatı: “Yaşamım, tanıdığım herkesten daha çok, yalnızlık ve avarelikle geçti.” (s. 5) Anlatıcı on beş yaşından beri yalnızlıklara gark olduğunu, ayların ve yılların olağanüstü yalnızlıklarla geçtiğini söylüyor. Bunu anlatması lazım, böyle biricik bir duygu anlatılmazsa ziyan olacak çünkü. Filminden de biliyoruz, Wolfe çok çok hassas, yalnız, bir tuhaf adam. Böylesi bir mahkumiyet kendisini diğer insanlardan ayırıyor, böbürlenir gibi de gözükmek istemiyor ama kendisininkine benzer bir yalnızlığı bir tek kutsal kitaplarda bulabilmiş, bir de az da olsa Dostoyevski gibi yazarlarda. Çok yoğun bir his, insanın yaratılışından beri taşıdığı en temel hislerden biri. Bir azizin inançlı ruhu, Tanrı’nın güveni olmadan taşıması çok zor, yapılacak bütün iyi ve doyurucu işleri berbat edebilir, eğer dirayetli bir ruhun emrinde değilse. Sonsuz bir şiddetle saldırır, kemirir, Brooklyn’in sokaklarının çirkinliğini kat kat artırır, hiçlik duygusu uyandırır. İnsan kendinden şüpheye düşer, o zamana kadar öğrenilen, bilinen, yapılan her şey nihil nihil salınır, anlam yaşamdan kopar, adımların çıkardığı yollar bir yere bağlanmaz. Kısır bir yalnızlıktır bu, insan bunun pençesine kolaylıkla düşebilir, öbür taraftan trajediyi komedi olarak görmeye benzer şekilde bu yalnızlıktan da umut, sevinç doğabilir. Gelgit etkisine benzer bir şey, tepede gezinen beyaz bir bulut, dalını suya eğmiş bir ağaç bu duyguyu işe yarar bir şeye çevirebilir ansızın. Eyüp’ten bahseder Wolfe, o noktadan sonra yalnızlığı kutlu metinlerdeki meselelerle çözümler. Çocukluğundan itibaren kutsal metinlerle haşır neşir olan Wolfe, Süleyman’dan Eyüp’e pek çok figürün yaşamından kendi yalnızlığına mizah devşirmeye başlar. Trajik yazarlardan bahsettiği bölümde bu yazarların kayıpla, yasla ve ölümle gelen yıkımın, kederin içinde filizlenen mutluluğu anlattıklarını söyler. “Yalnızca trajik yazar bir kaybın acısından, kederin acı dolu mutluluğundan, anlık bir ölümcül zaferden neşe dolu bir şarkı yapabilir.” (s. 15) Eski Ahit’ten ve Yeni Ahit’ten yaptığı alıntılarla yalnızlığın en nihai ve derin hallerini kendi yalnızlığına denkler Wolfe, ardından yalnızlığı sevgi yoluyla aşmaktan bahseder. Mevzu İsa’ya gelir tabii, İsa alçak gönüllülük, nezaket, merhamet gibi niteliklerin yaşamı cennete çevirdiğinden bahseder, Wolfe da bu fikirdedir. Mesih’in hayatının, öğretisinin nihai amacı sevgi dolu bir yaşam, en azından Wolfe böyle bir çıkarımda bulunuyor ve adama büyük saygı duyuyor, onun yolundan gitmese de. Wolfe yalnızlığına sıkı sıkı tutunuyor, sevgiyle yalnızlığı bir şekilde birleştirdiği için birinden kopmak diğerinden de kopmaya yol açacak, o halde ikisine de sıkı sıkı sarılmalı, yalnızlığının burukluğuyla sevincinin neşesini birlikte yaşamalı, anlam bu diyalektte.
“Karanlık Mesih”, ABD’li yazar George’un Almanya’da geçirdiği günlerde Hitler’in yavaş yavaş yükselmesiyle alakalı bir öykü. George 1928’de ve 1929’un ilk aylarında Almanya’da bulunuyor, ülkeyi pek seviyor. Metinlerinin Almancaya çevrilmesiyle ilgisi var tabii, bunun yanında insanlar deli gibi okuyorlar, tartışıyorlar, entelektüel camia sağlam, George için cennet gibi bir yer. London, Faulkner gibi yazarların yanında kendi metnini de gördükten sonra Almanya’ya iyice sempati duymaya başlıyor, ikinci ziyaretine kadar. Hitler’in meşhur bir konuşması var, önüne gelenin parti kurup seçimlere girmeye çalışmasını eleştiriyor, sonradan bu partileri teker teker iyi ediyor tabii, tam o sıralarda George ikinci kez ziyaret ediyor Almanya’yı. Bakıyor ki ortam gerilmiş, eski huzurdan eser kalmamış. Radikallerin suçu olduğunu düşünüyor, aslında yüksek sesler birer birer kesilirse sevdiği ülke sevdiği haliyle geri gelecek diye düşünüyor ama işlerin böyle yürümeyeceğini yavaş yavaş anlıyor. 1936’daki olimpiyatlarda Jesse Owens’ın altın madalya kazanmasından öncesinde ve sonrasında yaşananlar bu efsanevi atletin hayatının anlatıldığı filmde bir güzel işlenmişti, merak eden o filmi bulup izlerse bu öyküdeki atmosferi de gözünde canlandırabilir. Neyse, George âşık da oluyor arada, kalması için pek çok sebep varken bir süre sonra inanmadığı her şeyin gerçekten de yaşandığını anlıyor. Sokakta eli sopalı adamlar, şiddet haberleri, baskı ortamının gözle görülür hale gelmesi yetmiyor, davet vereceği zaman çağıracağı insanların birer birer elimine edilmesiyle Almanya’nın nasıl bir cehenneme döneceğini de yavaş yavaş anlıyor nihayet, âşık olduğu kadının da kara listede olduğunun söylenmesiyle uyanıyor, burada bitiyor öykü. Kısa süre sonra uzadığını umalım.
“Uzak ve Yakın”, kitapçıktaki en öykü gibi öykü, mutluluk veren mesafenin daha da mutlu olmak amacıyla aşıldığı zaman nasıl hayal kırıklığı yaratacağını anlatıyor. Demir yolunun ardındaki araziler, tahta ev, ağaçlar mevsimlerle birlikte renk değiştirip dursa da ağustos ayının sonlarında genellikle aynı manzara görülüyor, çiçeklerle ve ağaçlarla kaplı bir toprak, tatlı bir ev. Makinist yirmi yıl boyunca oradan geçerken düdüğünü öttürüyor, evde yaşayan iki kadın ne zaman düdük sesini duysalar dönüp Makinist’e el sallıyorlar. Böyle böyle yıllar geçiyor, emekli olan Makinist bir gün evin yakınlarındaki istasyonda iniyor ve çiçeklere doğru yürümeye başlıyor. Her şey farklı bu sefer, lokomotiften görülen manzara çok farklı, daha doğrusu farklı bir açıdan bakılınca güzelliği soluk. Makinist rahatsız olsa da kadınları görmek, onlarla konuşmak istiyor, tahta evin kapısını çalıyor. Asık yüzler açıyor kapıyı, Makinist’i yarım yamalak buyur ediyorlar. Adam büyük bir şaşkınlık ve utanç duyuyor, çirkin oturma odasında bir müddet soluklanıyor, kadınların düşmanca bakışları altında bir şeyler eveleyip geveliyor ve en sonunda kaçar gibi çıkıyor evden, dünyayı gözleriyle tanıyamayacağını anlıyor, bir anda yaşlandığını hissediyor. “Artık o ışıltılı yolun hissettirdiği büyünün ve o hayal ettiği küçük evreni bulma umudunun bir daha geri gelmemek üzere yok olduğunu biliyordu.” (s. 59) Arzunun anlaşıldığı an yanılsama da doğmuş oluyor, mesafenin korunması gerekiyor kısacası.
Ne diyeyim, keşke herkes okusa. Wolfe Türkçeye tekrar hoş geldi. Çok daha önceden, elli küsur yıl önce gelmişti zaten ama bu kez daha bir geniş, kapsamlı gelecek galiba.
Cevap yaz