Turne anıları Anadolu’ya her gittiğinde şaşıracak bir şeylerle karşılaşan oyuncuların sanatı kentten kırsala taşıma çabalarının sekteye uğramadığını gösteriyor, kurşunlar etrafta vızır vızır uçuşurken bile oyunu sürdürmeye çalışıyorlar mesela, pes edip İstanbul’a kaçmıyorlar. Sanat sevdası, bir de dünyalık yapma derdi tabii, sezonun son oyununa çıkar çıkmaz yazın biraz para kazanma derdinde düşüyorlar, sinemaya zıplayamayanlar yallah kasabalara. Tarık Dursun K. en bilinenleriyle söyleşmiş, onların tadı başka da bu “tayatora” işlerinin nasıl başladığı daha ilginç. Güllü Agop perde önüne çıkar çıkmaz önce seyircilere seyirci olmanın kurallarını anlatırmış, nedir, ıslık çalınmayacak, düzgün oturulacak, oyunculara hiçbir şey fırlatılmayacak çünkü 1872’de olmuş bir kez, koca bir portakal çat diye kafasında patlamış oyuncu kadınlardan birinin, iki seksen. Muhsin Ertuğrul uyarı geleneğini sürdürmüş de kâğıtlar asmış salona, etiket kaideleri bilinsin diye çok uğraşmışlar. Neyse, başlangıçta toz bulutu ve Ermeni okulları varmış, çağdaş anlamda tiyatro ilk o okullarda ortaya çıkmış, sonra Agop Vartovyan imtiyaz alıp Türkçe oyunlar oynatacağı bir sahne kurmuş 1870’te. Mihael Naum öncesinde tiyatrosunu kurmuş, yabancı dilde oynanacak oyunlar için izin almıştır, dolayısıyla Güllü Agop boşluktan faydalanıp piyasaya girer, Namık Kemal’inden Şemsettin Sami’sine oyun yazmak isteyen kim varsa etrafına toplar. Uyarlamalar yapılır o zamanlar, “Midya!” diye bağıran oyuncuların aslında “Medea” dediklerini pek az kişi bilir o zamanlar. Hikâye mikâye yoktur zaten, ithal oyunlar da bizim geleneksel tiyatroyla çakıştırılıp kaba komediye dönüştürülür, sırf söz dalaşı üzerinden ilerler mevzu. Şu ilginç bilgiyi araya kaktırayım: 1877’de Rus ordusu yardırır, Osmanlı’yı tepikler. “Ermeni tiyatrocularının çoğu Ruslara oyunlar oynamak üzere Edirne’ye koşarlar. Benliyan, opera ve operetleriyle yanına Manakyan’ı da alarak Edirne’ye gider. Bu, ülkemizdeki tiyatronun ilk turneye çıkışıdır.” (s. 12) Güllü Agop yerinden kıpırdamaz, İstanbul’da ekibini oluşturur ve temsillerini sürdürür. Ahmet Vefik Paşa pek çok oyuncuyu Bursa’ya çağırıp elini zayıflatır ama Agop vazgeçmez. O tarafa bakalım bir, zamanın meşhur oyuncusu Ahmet Fehim yine zamanın iyi oyuncularıyla birlikte Bursa’ya gider, Vali Paşa (Ahmet Vefik Paşa) önünde Zor Nikâh‘ı oynarlar, ertesi gün Vali Paşa oyunculardan orada kalmalarını, kalırlarsa şahane bir tiyatro kuracağını söyler. Kurar da, hikâye biliniyor zaten. İstanbul’da bambaşka bir durum var, Fransa’dan Andre Antonie nam ünlü bir tiyatro adamı getiriliyor ve sanatın akademik eğitimine yönelik ciddi adımlar atıyor ama tam o sıra savaş patlıyor, üç ay kalacakken iki ay kalıyor Antonie, yine de öyle sağlam bir sistem kuruyor ki bizimkiler sürdürüyorlar çalışmaları. Esas hikâyenin etrafında pek çok insan var, zaman zaman karşımıza çıkıyorlar, onların dışında sanatın icrasını merkezin dışında sürdürenlerin başına sayısız iş geliyor ki bazılarına yer verilmesi iyi tercih, tiyatro tarihi dersinin dışına çıkarıyor metni. Adil Güldürücü’nün yaşadıkları: Bandırma’da oynayacaklar, belediye reisinden izin almaları lazım. Kıyafet kanununun öncesi, yobaz reis sarığıyla oturmuş makamına, Güldürücü’yü bir kovuşu var ki öldürülmediğine dua ediyor adam. Memleketteki kıtlıklar kuraklıklar hep bu soytarı tayfası yüzündenmiş, reis çekip vursa kimse ses etmez. Bir iki örneği daha var bunun, yağmur yağmasını engelledikleri düşünüldüğü için kasabalara sokulmuyor tiyatrocular falan, bombastik. Güldürücü anlatıyor yine, Şeyh Sait’le ilgili bir oyun var elde, oynanacak. Mekân şimdinin Gençlik Parkı, o zamanlar Freskonun Bahçesi deniyormuş. Sahneye çıkacaklar tam, Atatürk’le İnönü’nün de geldiği söyleniyor bunlara. Eyvah, oyunda Şeyh Sait tayfasından bir köylüyü oynuyor Güldürücü, tabii yükseliyor, Sait’i övüyor, haliyle ödü kopuyor oyundan sonra mevzu çıkar diye. Gerçekten de adamın teki geliyor, iri yarı, palabıyıklı, “kısmî siyasîden” olduğunu söyleyip mevkuf edildiğini bildiriyor Güldürücü’ye. Şak, bayılıyor bizimki, meğer şaka yapmışlar. Gaziantep’te aynı oyunu oynuyorlar, seyirciler arasında bir jandarma oturuyor, ayağa kalkıp silahını çekiyor: “Ulan bu herif daha yaşıyor mu?!” Paso sıkıyor sahneye, Güldürücü kendini yere atıyor. İnanılmaz ya, devrin tek “kötü adamı” Ahmet Tarık Tekçe gittiği kasabaların sokaklarında gezermiş, tanımayanı olmadığı için herkesi toplarmış gece salona. Bir gün dolanıyor yine, kahvehanelerden birinin önünden geçerken bıçkın bir genç fırlıyor, “Ulan sevenlerin arasına niye girersin kaşmer?!” diye haykırarak asılıyor tetiğe. Tekçe kendini yere atıyor, kalabalık araya giriyor da kurtuluyor.
İsmail Dümbüllü’nün anlatıldığı bölümde tuluâtın icadını görüyoruz, Vasfi Rıza Zobu’da memleketimizin sinemayla tanışmasının uzunca bir hikâyesi var, “Ertuğrul Muhsin”de eleştirinin dozu artıyor: “Ertuğrul Muhsin Bey’in elinde, Türk sineması yıllar yılı Darülbedayi oyuncularıyla Darülbedayi anlayışıyla ürünler verecek, başka ülke sinemaları büyük aşamalar yaparken, Ertuğrul Muhsin Bey ve arkadaşları durup dinlenmeden eskimiş, yoz, geçmiş zaman konularını, modası geçmiş ülke sinemalarında ya kopya edecek ya da eğreti bir biçimde uyarlama yoluna gideceklerdir.” (s. 41) Muhsin Ertuğrul delice eleştirilen biri aslında, hikâyenin aslını aktaran kaynaklara denk gelmek isterdim. Sovyet sinemasını örnek alan Ertuğrul’un köy filmleri kupkuruymuş, diğer filmleri de öyle. Yani yüzyılın başında birkaç ülkenin tiyatrosunda eğitim görmüş, sonra yine görgüsünü artırmıştır ama kafaca değişememiş biri gibi görünüyor Ertuğrul, bilemiyorum. Yine turnelere dönelim, Ulvi Uraz’ın anıları kitaptaki en parlak kısımlar bence, matrak. Cüneyt Gökçer, Yıldız Kenter, Macide Tanır gibi isimlerle aynı dönemlerde konservatuvara giriyor Uraz, sonra kendi tiyatrosunu kuruyor, başka tiyatrolarda oynuyor falan, ömrünü sanata verenlerden biri. Turneye çıkacaklar işte, Adapazarı’na önden gidip bilet satıyor, valinin yanındaki sandalyeyi almaya çalışan adamdan sopa yemediği kalıyor bir. Tespitler de şahane, Uraz gittiği yerlerde ilk gece sırf erkeklerin geldiğini fark ediyor, hani valisi, kaymakamı falan iyi de sıradan seyircilerin arasında kadın yok. Anlıyor ki sansür mekanizması işliyor, erkeklerin onay verdikleri oyunlara ikinci geceden itibaren kadınlar da gitmeye başlıyor. Bilet fiyatlarının yol açtığı durum süper, herkes 5 papellik sandalyeleri almak istediği için kimse 3 papelliklere yüz vermiyor çünkü toplumdaki itibarları ne olur o zaman? Uraz çakıyor mevzuyu, bütün biletleri 5 papel yapıyor, dolu salona oynamaya başlıyorlar. Gittikleri yerlerde kalacak doğru düzgün yer bulmak mesele, biti piresi eksik olmuyor yatakların, yemekler fena, oyuncular resmen eziyet çekiyorlar. “Kadın oyuncular kesinlikle tek başlarına şehrin içinde dolaşamazlardı. Şehrin erkekleri, çoluğu çocuğu, yaşlısı, genci arkalarına takılır, yol keser, laf atardı çoğu kez. O yüzden kadın oyuncularımız rahat soluk almak için erkek oyuncular şehri dolaşacakları zaman bir olurlar, topluca şehri gezerlerdi.” (s. 48) İzin alınacak, oyunculardan biri emniyet müdürüne mi ne gidiyor, oyuncuların kartlarını gösteriyor. Müdür şöyle bir inceliyor, fotoğraflara bakıyor, sonra gözüne kestirdiği bir kadın oyuncunun o gece evine gelmesini istiyor. Sanki katalogdan seks beğeniyor dallama, her kasabada bundan beş on tane olsa tiyatrocuların çekecekleri bitmez. Bu son anıyı Sadri Alışık anlatmış bu arada, dediğine göre kâğıtları belgeleri hışımla toplayıp adamın odasından ayrılmış. Film çekimi anısı son olsun: İzmir taraflarındalar, kameralar makyajlar kostümler falan her şey hazır, çekimler başlıyor artık. Başlayamıyor, civardaki köyden bir kalabalık yaklaşıyor, önde muhtar. Geliyor, film çekemeyeceklerini söylüyor çünkü kaç gündür yağmur bekliyorlarmış, filmciler gelince bet bereket iyice kaçmış. Vururlar valla, bizimkiler ne yaptı bilmiyorum ama anılar iyi, söyleşiler iyi, Tarık Dursun K. yine iyi.
Cevap yaz