Tarık Dursun K. – Hasangiller

“İzmir’in aylakları, dökülür bağırsakları” konulu romanda Tarık Dursun K. bize 1950’lerin kenar mahallelerinden, esnaf kardeşlerimizin vaziyetlerinden, ailelerin ayakta kalma çabalarından manzaralar sunuyor, diyaloglarla dolduruyor manzaraları, esas oğlan Hasan’ın gözünden şöyle iyice bir baktırıyor İzmir’in kaybolan dünyasına. Delifişek gençlerin arasında aile babaları iş güç kovalıyorlar da göçe kurban veriyorlar çocukları bazen, hatta babalar da gidiyor, gitmek istiyorlar. Hasan’ın amcası İzzet’in Fethiye’ye “kaçma” planı var, kasap dükkânının hissesini devredip kirişi kıracak, Hasan’ın babası Mustafa, dedesi ve ninesi gitmesini istemiyorlar çünkü ata malı bırakılmaz, geleneğe terstir, aile bir arada kalmalıdır falan. Çocukları kuzenleriyle evlendirseler tam olacak, İzmir’de sadece mal paylaşımı sorun. Hasan’ın olup bitene etkisi çok az, kendi dünyasında yaşayan genç adamı ilk kez genelevde, Günay’ın yanında görüyoruz. Kadını boşlamış, laf yiyor, eli sıkışınca elli papel istemesi iyi de arada arayıp sorsa, hatır gönül hani, oysa “aylak adam” olmadığını söylüyor Hasan, dükkânı var, hayvanları var, tek başına yürütüyor işleri, zamanı yok durup inceli kalınlı sözler söylemeye. Yalandır, Hasan dükkâna gider de durmaz pek, Pepe’nin kahvesine takılır, Amerikalı oralardaysa birlikte yaparlar haytalıkları, yoksa sevdiği kızın peşine takılır, şaraba gömülür, sabahın körüne kadar dışarılarda sürter. Rızabey Aile Evi’ndekiyle -Necati Tosuner bugün kitabı görünce “Araya çizgiyi nereden uydurmuş bunlar, aslı çizgisizdir,” dedi, Adam Yayınları’ndan çıkan baskısında “Aile-Evi” şeklinde yazılmış- aynı insanlar, aynı mahalle sanki, zaten Adam baskısında iki metin arka arkaya. Diyeceğim, Günay’ın Kayseri’den geldiğini öğreniyoruz, evden kaçtığında “kıçı mıçı yerinde”ymiş de yaşlanmış İzmir’de, bu yüzden bir hami, sevgili arıyor ama Hasan’ın o taraklarda bezi yok. Yine Rızabey Aile Evi’nde Malatya’dan gelen bir hayat kadını var, neyse ki Cemal nam karakter kadını çalıştığı evden kurtarmış, ev satın almasını sağlamış da özgürlüğünü “vermiş” sevdiğine. Bu olguya dair araştırmalar vardır mutlaka, hani külhanbeylerinin statü göstergesi midir genelevde tanıştıklarına ev açmaları falan, temayül müdür, bakacağım. Neyse, genelevden evine döner, kardeşi Yılmaz’ı uyandırıp kapıyı açtırır zorla, akşam İzzet amcanın gelip Fethiye planlarını anlattığını öğrenir. Herkes karşı çıkar ama İzzet’in gitme gerekçesi mantıklı, konuşmalardaki bilgi kırıntılarını takip edersek: İzzet’in eşi oğlan çocukları doğurmuştur, sonra bir çocuk daha doğurmuştur ama emzirirken mi, uyuturken mi çocuğu, kendisi de dalmış ve üzerine yatıp boğmuştur. O günden beri ailenin lafına sözüne maruz kalır kadın, anlaşıldığına göre pek de mülayim, sesini çıkarmayıp gizli gizli ağlar. İzzet bu duruma katlanamaz artık, payını satıp gitme derdindedir. Gidecektir de, Mustafa akılsızlığının cezasını çekip iki yıl emek harcadığı tarlasını satar, üzerine Hasan’ın kardeşi Müzeyyen’e ayrılan çeyiz parasını çeker bankadan, abisinin payını alır. Babasının sözünden çıktığı görülmemiştir, Hasan’ın dedesi Çanakkale’de mi, bir savaşta iki bacağını birden kaybetmiş, muhtemelen bir köşeye atılıp unutulmuş, ateş gibi bir ihtiyar, minarenin yerinde olduğunu göstermek için komşunun çocuğunun eline tava verip ateş ederek vurmaya çalışacak kadar -tavayı- kaçırmış keçileri, yine de sözü dinleniyor. Dinlenmiyor, İzzet gidiyor ama ikinci bölümde gördüğümüz üzere oranın havası suyu iyi gelmemiş, ciğerlerinde arıza çıkmış. Dönüp dönmediğini bilmiyoruz zira Hasan göçecek oralardan, Amerikalı’yla birlikte otobüse atlayıp tüyecekler. Tabii ikinci bölüme nasıl başladığımız önemli, yedi yıl geçmiş olacak aradan çünkü Hasan yine Günay’ın yanındayken gelen serserileri bıçağıyla şak şuk deşecek, ciğer bağırsak bırakmayacak ortada. Şaşırtıcı mı, biraz ama kurgudan fırlatacak kadar değil, Hasan o haso delikanlılığıyla bıçağını çekmekten sakınmazdı. Potansiyele bakınca ani değişimler makul görülebilir ki değişim de değil, adam neyse o. Sakınmadı yani, yallah kodese.

İkinci bölümün başını Yabanın Adamları’nda müstakil bir öykü olarak okudum, geniş yapılı bir metnin parçası olarak görülebilirdi, görülmeyebilirdi, sonuçta romandan ayrılabiliyor. Modüler roman. Uzaya çıkan kapsül gibi, parçalar birer birer düşer, her biri öyküdür. Gibi. Hapisten çıkınca babasıyla Amerikalı’nın verdiği sigaraları arka arkaya yakar Hasan, önceki gün anasının vefat ettiğini öğrenince denizin dalgasına bakar, cigarasından derin bir nefes. Mahalleye döndüğünde dikizler ki hemen hiçbir şey değişmemiştir, Pepe’nin kahvesi, Aliko’nun bilmem nesi, Rumların, Yahudilerin dükkânları yerindedir. Tarık Dursun K. o iç içe geçmiş kültürlerin yansımalarını çok güzel aktarır metinlerinde, örneğin cumartesileri ateş yakmayan Yahudilere beş para karşılığında çalı çırpı tüttüren çocuklar, oradan oraya koşturan çocukların Hamursuz’da arkadaşlarıyla ilişkileri, rengârenk. Mahalle yerindedir de ev bambaşkadır, dedeyle nine çoktan ölmüşlerdir, Müzeyyen evlenip kendi yuvasını kurmuştur, Yılmaz’la babası dükkânı çekip çevirmeye çalışırlar ama yorulmuştur Yılmaz, abisinden yardım ister. İlk gün dolanır Hasan, Amerikalı’yla takılırlar, sinemaya gittiklerinde hayatının aşkını görür. Evlenmiş, çocuğu olmuştur kızın, şöyle kaçamak bakışırlar. Bir vedalaşmaları vardır, hüzün öyle bir şey. Amerikalı uyarır Hasan’ı, kadın evlidir artık, yanlış bir şey yaparsa en başta kendi karşı çıkacaktır zira delikanlılık hâlâ para eder oralarda. Hasan teskin eder arkadaşını, şöyle iki çift laf etse yeter. Gecenin karanlığında işaretleşirler, kızı ikna eder Hasan, gece mezarlıkta buluşurlar. Kısacık bir konuşma, hal hatır, başsağlığı, veda sözcükleri, tamam. Kafaya koymuştur oğlan, herkesle tek tek konuşur. Babası hiçbir şey demez, çok erken gittiğini söyler bir, aile dağılmışken Hasan’ın toparlamasından ümitlidir ama başka planları vardır çocuğun. İstanbul’da yaşlı ve zengin kadınları kovalayan Amerikalı birlikte gitmeyi teklif eder, İstanbul’u bilen biri lazımdır sonuçta, Hasan kabul eder de para lazımdır, o da enişteden. Müzeyyen üzülür, o kız yüzünden gittiğini söyler, ağlamaya başlar. Üzgündür herkes, hapisten çıktığının ikinci gününde kaçar gibi gitmek ne? Tam da öyle gitmek ister Hasan, on iki saatlik yolculuk başladığında aşağılarda kalan şehre dönmemek üzere gittiğini bilir. Tutunamazsa geri dönmesini isterler, geri döneceğini söyler, geri dönmek onun kitabında yoktur.

Dostluklar, arkadaşlıklar, sosyal yaşam dopdoludur oralarda, bir günde berber dükkânı çatılır mesela. Arkadaşları Memedali için sabahtan akşama çalışırlar, boyası badanası, malzemesi eşyası derken çiçek gibi ortam. “Koltuğa geçtim oturdum kurumla. Memedali başladı. Sıraya göre, benden sonra İbrahim, sonra Sarı, en arkada Selim, tıraş olduk. Memedali tıraş bitince hepimize birer kahve söyledi, kahveleri Pepe’nin kendisi getirdi. Bakındı çevreye.” (s. 63) Kekeler Pepe, tıraş olmak istediğini söylediğinde dalga geçmezler çünkü önemli bir iş başarılmıştır hep beraber, gururlanırlar, dalgaya almazlar birbirlerini. Koruyup kollarlar, biri bir halt yediğinde polisten saklarlar, para toplayıp işini gücünü görürler. Amerikalı ilginç bir karakter, muhtemelen limandaki gemilerden birine kaçak binip Amerika’ya gitme hayali kurduğu, belki eyleme geçip enselendiği için o lakabı almıştır zira Tarık Dursun K. anılarında gemilere atlayıp gitme planlarından bahseder. Pepe’yle en çok uğraşan bu Amerikalı’dır, polislerin en çok uğraştığı adam da odur, ortadan kaybolduğu zaman komiser özellikle sordurur Amerikalı’yı çünkü sessiz sakin geçen günlerden bıkar bir süre sonra. Kavga dövüş, vurdu kırdı, yalan dolan, her türlüsü vardır bu yanki bozuntusunda, yine de hoş adamdır. Yoldaş adamdır. Can adamdır. Dost adamdır. Hasan’ı karşılayıcıdır işte, dahası yok.

Ek: Yazarın basılan ilk metniymiş bu, Hasangiller: İki Hikâye adıyla. Tosuner gençliğinde okuduğunu söylemişti, ilk öykülerinde anlattığı Ankaralı iki dost İzmir’in rüzgârını ne ölçüde taşımıştır acaba?

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!