Çin’de on altı milyon deli varmış Pekin’de yayımlanan bir dergiye göre, “tıbben deliler” bir yana, rejime karşı oldukları için deli sayılanların yanında adaletten kurtulmak için deli numarası yapanlar toplamda 577 akıl hastanesini dolduruyorlarmış, yeni hastanelere ihtiyaç varmış hatta. Delilik kullanışlı bir alet, Batı’da 1700’lerden itibaren şekillendirilip işgücüne dönüştürülmesi, bir açıdan da çalışan kesimin güvenliğini sağlamasıyla birlikte politika için de vazgeçilmez bir araç haline gelmiş, iktidarın korunmasında birebir. Mesut Yılmaz bir yurt dışı gezisinde dışarıdan bakınca Türkiye’nin “tımarhaneye” benzediğini söylemiş, Recep Peker dönemin başbakanı Menderes’e “psikopat” demiş, RTE hükümeti eleştirenlerin “şizofreni”den mustarip olduğunu belirtmiş, bizde de kadro sağlam. Mevzu nerede başlıyor, Timur “akıl” inşasından çektiği çizginin başına Descartes’ın “doğru”sunu koyuyor. Doğruyu bulmak için gereken yöntemle birlikte herkes normalleşecek, akıllı ve normal bir dünya zuhur edecekti, kara safrayla zedelenmiş delileri çektiği çizginin ötesine taşıyarak kendince bir ayrıma da gitmişti Descartes. Dört temel sıvının dengesini sağlıklı olmak için yeterli sayan Galenos’un görüşleri o kadar etkiliydi ki Araplar da büyük ölçüde bu kuramı benimsemiş, Osmanlı’da “ahlât-ı erbaa” adıyla benimsenmesine yol açmış, Timur bu süreci bir iyi anlatıyor da Foucault’ya gelelim, Descartes’ın deliliğe yaklaşımının tarihselleşmesine. Foucault’ya göre klasik çağda delilikle ilgili iki kırılma noktası var, 1657’de delilerin “kapatılmaya” başlanması ve 1794’te delilerin hapsedilmeyerek akıl hastanelerinde tedaviye gönderilmeleri. Rönesans’ın sonlarına kadar deliler insanlar arasında ya da hastanelerde yaşıyorlar ve Tanrı’nın bombastik kulları olarak görülüyorlar, aşağılanmaları Kartezyen felsefenin yaygınlaştığı dönemde aklın norm koyuculuğu sebebiyle. Akıldan yoksun olanlar canavar veya hayvan olarak görülüyorlar artık, bunun yanında Foucault’nun ikinci yaklaşımı iktisadi gelişimle ilgili: Kapitalizmin yükselişiyle yeni iş sahaları gerekince hastaneler sefalet dünyasını düzene soktular, mesela “polis önlemleri” ile sanayi şehirlerinde kuruldular ilkin. Timur buradan Osmanlı’ya bir köprü kurulup kurulamayacağına bakıyor, ilk izlenim: “Osmanlı tarihi ile ilgili çok yüzeysel bir bilgi bile Foucault’cu anlamda Batı’da yaşanan dönüşümlerin bizde yaşanmadığını gösterecektir. Yani Osmanlı Devleti ne XVII. yüzyılı rasyonalizmin filizlendiği bir yüzyıl olarak yaşamış ne de bu yüzyılda büyüyen sermayenin ucuz emek ihtiyacı için dilencileri, serserileri ve delileri kapatmak ve çalıştırmak ihtiyacını duymuştur.” (s. 21) Nedir, Osmanlı’da ancak tababet ilminin kökleşmiş verileriyle deli saydığı kimseler vardı, genel kanıya veya Osmanlı ideolojisine göre deli sayılanlar vardı, modernizm treni kaçtığı için X. ve XII. yüzyılların klasik Arap bilimi demirbaş olarak varlığını korudu ve zamanla muktedirin eğip bükmesiyle işlevsellik kazandı. İlk akıl hastanelerine bakalım, Doğu Hıristiyan modeline benzer bir şekilde, IX. yüzyılda Bağdat’ta kuruluyor, Anadolu’da Selçukluların XIII. yüzyılda kurduğu bimarhane var, Osmanlılara gelişi XIV. yüzyıl sonları. Edirne’dekinde azgın deliler zincire vurulmuş, on adet şarkıcı ve sazcı gelip müzik yaparak iyileştirmeye çalışmışlar hastaları, peki hangi rasyonaliteye dayanarak? İslam’ın “akıl”ı insanüstü, ilahî bir akıl, İslam bilginleri bu aklı Kuran ve hadislerde geçen “fıtrat”a iliştirmiş, insanın yaratılışında bulunan hak dini ve onun mesajlarını kabul etmeye müsait olan kabiliyete. “Beşeri aklın sınırları da böylece çizilmiş oluyordu. İnsan aklı, Allah’ın eserleri hakkında düşünebilir, tartışabilir, fakat Allah’ın kendisi hakkında muhakeme yürütemezdi. Tüm tek tanrılı dinlerde ortak olan böyle bir sınırlama ise, doğal olarak insanları Cosmos‘un ortaya çıkışı, evrimi ve geleceği gibi konuları özgürce sorgulamaktan alıkoyuyordu. Bir Peygamber hadisine göre akıl üç unsurdan oluşuyordu: Allah’ı tanımak; Allah’a itaat etmek ve Allah’ın emirlerine sabırla katlanmak.” (s. 31) Beşeri akıl aşkın akla bağımlı da olamaz, günah. Akılsızlık ve anormallik “cünun” sözcüğüyle karşılanıyor, mecnunlar toplumdan dışlanmıyorlar da yarı kutsal varlıklar, “Allah’ın hacıları” olarak görülüyorlar, bunun yanında peygamber olduğunu söyleyenler sınırı aşıyorlar ve canlarından oluyorlar, deliliğin sınırı idarî yapının bozulmasını engelliyor. Batı’da deliliğe övgünün özeti Erasmus’tan ve Hegel’i “şarlatan”, “akıl hastasından hallice” olarak niteleyen Schopenhauer’dan bahisle ele alınmış, normların oluşumunu gördükten sonra Osmanlı’ya geliyoruz ve ahlak kitaplarıyla karşılaşıyoruz, bizde bireylerin hareket alanını sınırlayan metinler normalliği belirlemeye başlıyor, özellikle XV. yüzyılda Türkçeye çevrilen Kâbusname‘de geçen dört sıvı (hılt) sisteminin külüstürlüğüyle pek bir yol gidilemediği besbelli. Nitekim “temyiz kuvvetinin yokluğu” ve “mizaç sapmaları” Osmanlı Devleti’nin son yıllarına kadar kullanılan terimlermiş, zamanı gelince psikoloji namına da pek bir şey yapılmadığını görüyoruz, güzel. Osmanlı’da aklın normları ilahiyatın egemenliğinde sunuluyor, seçim hakkı söz konusu değil, normu reddeden toplumdan dışlanıyor. Muhammed Arkun’un Türklerin tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte İslam rasyonalizmini tökezlettiklerine dair bir tezi var, ilgilisinin elinden öper.
Dinle sorunu olan kimseler “cünun” ve “mecnun” olarak adlandırılırlar, “delilik”in olumsuz anlamı olumluların önüne henüz geçemediği için bu sözcük yaygınlaşmamış. “Delikanlı”, askerî birlik olan “deliler” falan. “Deliname”lerde kaç çeşit mecnun olduğu tarif ediliyor, bu belgeler Osmanlı konformizminin ne kadar güçlü olduğunu da gösteriyor. Çok dar bir normallik alanı var anlaşıldığı kadarıyla, elimiz biraz sıkıysa “pinti mecnun” olarak damgalanabilirmişiz hafazanallah. Batılılara göre intihar oranlarının düşüklüğü süper, bu yüzden normlar baş üstüne, aslında söylenecek çok şey var da böylesi bir darlığın da patolojik olduğunu söyleyeyim bir. Genel vaziyet bu, Timur padişahlara geldiğinde mevzu daha eğlenceli bir hale geliyor, II. Mehmet’in kâfirliği mesela. Fatih, oğlu II. Beyazıt’a göre samimi olarak hiçbir dine inanmıyormuş, öyle mi? Azıcık açık fikirli devlet adamlarının dinsiz sayılıp cezalandırılmaları bir yana, Fatih tekke dervişlerini ve ayinlerde kendinden geçen tarikat mensuplarını da deli sayıyormuş, tuhaf durum. Allah’ın tam gücüne rağmen dünyada bir determinizm olduğunu düşünen Sarı Abd’ül Rahman ve İsa’yı diğer peygamberlerden üstün bulan Kabid Acami’yle Hamza Efendi idam ettirilmişler III. Murat zamanında. İlginçtir, deli bir padişah tahta çıktığı zaman asker tayfa en çok telaşlanan sınıf olarak görünüyor, aşağılamalardan sonra en radikal önlemleri almalarından belli, öyle ki II. Osman’ın öldürülmesinden sonra ikinci kez tahta çıkan I. Mustafa’nın kopuk kayışını gördükten sonra öldürdükleri padişahı aramışlar resmen. Tanzimat’a gelelim yavaş yavaş, günümüzde de etkisini sürdüren bölünmenin sıfır noktasında yenilikçiler ve muhafazakârlar yarışıyor. Osmanlı’nın temelinde yatan kutsal değerlerin sorgulandığı dönemlerde Mekteb-i Tıbbiye gibi kurumların Batılı fikirleri saçması önemli, böylece çok sınırlı bir elit çevre etkilenmiş olsa da değişim yaklaşıyor. Sonrası Abdülhamid ve kolektif paranoya. “Abdülhamit’in tüm ülkeye egemen kıldığı ‘vehim ve vesvese’ ortamı, Mektebi Tıbbiye’de okutulmaya başlanan modern ‘psikiyatri’ kuramları ile açıklanabilecek bir olgu değildi. Bu alanda daha çok kolektif psikoloji çözümlemelerini temel alan yaklaşımlar aydınlatıcı olabilirlerdi. Oysa Osmanlı aydınları bu konuda özgün çözümlemeler yapabilecek birikimden yoksundular.” (s. 67) Said Paşa sağ olsun, gece vakti elinde mumla odaları dolaşır, bazen yatakların altına da bakarmış, padişahı manyak etmiş resmen. Modern psikiyatrinin ülkeye girişi gecikmiş bu yüzden, “akıl doktorluğu”na bile iyi gözle bakılmıyormuş ki sözlüklerden çıkarılan “deli”, “cinnet” gibi sözcüklerden mesele anlaşılabilir. Zaten hasta bir toplumu kendiyle birlikte iyice hasta eden bir padişah, her necip millete lazım.
Kalanı da Kemalizm ve Siyasal İslam eleştirileri, darbelerin gerekçeleri, siyasetin şakaşukaları derken bitiyor metin. Cumhuriyet’ten sonrasında psikolojiden ziyade sosyoloji ve politika öne çıkıyor, yakın tarihi merak edenler için on numara kaynak. Ömer Seyfettin’in Efruz Bey vasıtasıyla eleştirdiği İTC’nin incelendiği bölüm ayrı iyi, Timur edebiyata da kırıyor çarkı.
Cevap yaz