Sadık Yalsızuçanlar – Terk

Kitap kırkrenk yumak, öykülerin üslupları, boyutları, açılımları, açılmayışları bambaşka. Örtüğü alenisi. İlk iki öyküyü bir özlemin, yitimin, yasın dökümü olarak görebiliriz, çağrışımlardan ibaret gevşek bağların düğümlediği bölümlerden oluşmuştur. İzlekler öykünün iyice dağılmasını engeller, örneğin “Çiselti”de muhatabının yüzünün kesikliğinden, usturayla biçilmişliğinden bahseder anlatıcı, kesiği birkaç kez öne çıkarır, eksik burnu belki kendisininkiyle tamamlamak ister gibi, tamlama açlığıyla anlatmaya başlar. Eski bir caminin avlusunda yağmura yakalanan anlatıcı sütun saçaklarına sığınır, yanındaki esans satıcısından lavanta alır, satıcı anlatıcıya yağmura benzediğini söyler o an. Böyle yarı sihirli, hikâyenin ilerleyen kısımlarında bazen dönülen şeyler olur Yalsızuçanlar’ın öykülerinde, dinî meselelerde de var, geleceğim. Dönülen, mesela anlatıcı muhatabına rastlar güneş çıkınca, birbirlerine doğru yürürler, yürekleri hemen birbirine akar ve aralarında bir bağ oluşur, kader gibi, “yağmura benzeyen”. Köprüye yürürler, araya havadan bir hisse: “Sonra kalkıp o güzelim suyu balçığa dönüşmüş olan ırmağın üzerindeki köprüye gittik. Orada epey bir zaman kaldık. Nehre baktık. Suya. Mu su demektir, demiştim hatırlıyor musun? Sa ise ağaç. Musa ahşap bir sandukayla suya bırakılan demektir. Nehir kirlenmişti. Pis kokuyordu.” (s. 9) Nehrin pisliğinden dine çıkan bir yorum, kısa cümlelere yaslanan zıpzıp anlatı. Ormana çıkan yol, palamutlar, ağaçların kökleriyle eklerinin ikisinde vücut bulması. Muhatap anlatıcıdaki acıyı hissedebildiğini söyler söylemez yine tekrarlar, saçlar kısa ve kömür karası, aralarındaki ayrıksılığın bol benzetmeli anlatımı. Didaktizm bol kepçe, dinî metinlere referansların yanında karakterlerin bütünleşememesinden de bir ders çıkıyor ansızın: “Bir kopuş olduğu kesin dedim çekine çekine. Muzip muzip güldün. Alnına düşen saçını bir baş hareketiyle düzelterek, bu mutlak mıdır yoksa, diye mırıldandın. Kopuş mutlak olmaz dedim. Kopuş mutlak olursa yokluğun varlığında bulunmak gerekir. Yokluğun da varlığın da Rabbi değil midir O diye sordum. Ama Rahman adının dışında bir şey kalmadığına göre, yokluk da imkansızdır dedin. Neden bir kopuş olduğunu düşünüyorsun, diye sordum. Çünkü yeniden O’na dönmek için bütün bedenimizin arınması gerekiyor. Bu ya kopuştandır veya şehvetin tüm bedene, bedenin bütün zerrelerine yayılmasındandır. İkisi de, diye atıldım. Yine kurnazca güldün. Sustuk ve çakıltaşlarına uzandık. Sıcak iyice yere inmişti.” (s. 13) Doğanın devinimi fikirlerin eklemlenmesi için sanki, her tokuşmada rahlenin başına çöküyoruz, ezber ediyoruz dersimizi, Wittgenstein bir anda pörtleyince “Öööööğğğhh” diyen muhatap gibi bir ööğğğhh patlatmıyoruz da öykünün sonunu getirip kesiğin sevgiden kaynaklandığını görüyoruz, anlatıcının tutkusundan. Tutkusuyla açtığı yaradan belki, yan yanalıkta dahi kapanmayan mesafeden. İkinci öykü de bundan hallice, tek bir alıntıyla din vitrininin müstesna parçasını göstereyim: “Parmak uçlarımız birbirine dokunuyor usulca. Öpüşür gibi. Sende Kuddüs isminin tecellisi görünüyor. Tevelli cilvedir biliyorsun, cilve gerdek gecesi gelinin duvağını açmasıdır. Sana baktıkça, nesneler yok olup ruhun belirdikçe, bedeninin kıvrımları dağılıp kırıldıkça perdeler açılıyor, ruhunun gizleri saçılıyor birer birer.” (s. 22) Son derece erotik, bir o kadar da fıtrata, ihvana ve çiftleşmeye dair. Bu tür akar öykülerden olmayan üçüncüsünde Nilgün Marmara’ya merhaba, epigraf olarak şiirinin bir parçasına yer verilmiş, öyküde de karşımıza sıklıkla çıkacak. Anlatıcının yalnızlık sahneleri, annesiyle monoloğu. Otuz iki yıllık yorgunluk sanki altmış iki yıllık çünkü eşinden altı ay önce ayrılmış anlatıcı, evini yeni tutmuş, eşyalar eksikse de kahve ve sigara mevcut. Hani şarkı diyormuş ya gökyüzünde yalnız gezen yıldızları, anlatıcı da o kadar yalnızmış, bu klişeye o an ihtiyaç duyacak kadar yalnız. Sitem dolu sesinin kaynağını bir anda açıklayacak kadar: annesiyle babası kıymışlar anlatıcıya, kardeşini hastanede cihaza bağlayıp bir yerlere savrulmuşlar. Meselenin genişlemesinden ve dilden medet umacağız artık, lök açıklamayla öykünün çoğu yandı. İşte, varlığına son verecek anlatıcı da bir hesaplaşmaya girmek istemiş, altıncı kattan atlayan şairin tüylüğünü de bellemiş, göndermelerle ilerliyor ama her şey afişe afişe artık, onmaz. “Denizde Ölüm” aynı meşrepten, müphem havayı korumayı başardığı için şaşırtıcı derecede iyi. Aşk vakası yine, ilahî veya beşerî bir boğulma, bu kez Allah’ın âlemi yaratma biçimleriyle kuruluyor. Misal âlemin bir yeri başka bir yerine kusursuz biçimde bağlıdır, biçim dairedir yani, aşktır, dairenin içini dolanıp başlangıca dönmektir. Yine alalım şuraya bir kod: “Sen toprağın zerrelerindeyken ve o kırmızı toprak celal ve cemal elleriyle beş yüz yıl yoğrulmuş, güneşe bırakılmış orada beş yüz yıl bekleyip kurumuş ondan tok bir ses çıkmış sonra içine can üflenerek hareketlenmiş ve büyük meleklerin selam secdesi ettiği bir mekanete dönüşmüşken ben de bir başka balçığa üflenmiş bir can idim.” (s. 34) Benim eksiğim: azıcık inançlı olsaydım kuru anlatının ötesinde bir mana, güzellik bulabilirdim belki. Yalsızuçanlar’ın eksiği: kodun anlamını karakteri öne çıkararak azıcık işleyip üfürülen canı ve melekleri tepeden indirmeseydi özdeşlikle hallederdim belki, şu durumda hikâyeye boca edilen itikat emareleri görevini yerine getiriyor ama ne pahasına, öyküyü yakma pahasına. Bunu atladık, Allah’ın kudretiyle varlığın yokluğa, bir şeylerin bir şeylere bağlandığını ve anlatının bu bağların genişletilmesiyle kurulduğunu gördük, sarmal hikâyeyi baş üstüne koyduk.

Klasik anlatıya dayanan iyi öyküler var, “Senin Aklın İllet” sertliğiyle de öne çıkıyor. Taunnus Strasse’de gezinen Richard, Suzanne, Serçin, Ender, Leyla, Sinem ve anlatıcı bir şey yapmak istiyorlar, canları sıkılıyor. Kentin kenarlarında yaşlı bir kedi buluyorlar, Ender hemen bir teneke gazyağı bulmak için uzuyor. Kedi bir torbaya konuyor, torbanın ağzı bağlanıyor, kibriti kimin çaktığı önemsiz. Yıllar sonrası önemli, anlatıcı katıldığı bir kongrede Profesör Suzanne Broger’in kötülüğe ilişkin tebliğinden haberdar oluyor, çocukken yaptıkları bir haylazlığın dönüşümü. Kentin o kısmında gökdelenler yükseliyor artık, Richard’la konuşan anlatıcı hemen hayal kuruyor: Arkadaşı ziyaretçi kartını alıyor güvenlikten, genzini gazyağıyla dolduruyor, Bob Dylan’ın bir şarkısı çalıyor fonda, bir kibrit yetecek unutmaya. “Aravani’ye Çıkarken Sağdaki Ceviz Ağacı” kitabın en tam, sağlam öyküsü olabilir, tevellütten toprağın ve insanların hikâyelerine geçen, basitliğine basit, tam o basitliğin sınırlarına dek yoğun bir öykü. “Bin dokuz yüz altmış beşin şiddetli kışında Pazar’ın Horti köyünde doğmuşum ben. Benden önce iki kız iki erkek, benden sonra da bir kız iki erkek çocuk doğurmuş annem.” (s. 83) Baba çay fabrikasından emekli, anne daha genç ama daha yaşlı görünüyor çünkü çay zamanı çay topluyor, diğer zamanlarda fasulye, kabak, domates ekiyor, durmadan çalışıyor. Ailenin diğer üyeleri çıkıyor ortaya, kardeş Cemil ve dayı Mustafa hikâyeleriyle geliyorlar, zor coğrafyanın zor yaşamlarından kesitler. Yaylaya çıkarken söylenen mani, yayladan inerken söylenen türkü anlatıcının kulağına küpe, babasının rağmına müzikle de uğraştığı için kıymetli şeyler. Otlaklarda geçen çocukluk, ergenlik doğanın kaydını tutmaktan ibaret, Cemil’in başına gelenlere dek. Hikâye bir anda eksen değiştiriyor, bu bahtsız evladın akıbetini merak ediyoruz. Yaşı gelince bir kızı sevmiş de kızın babası kıtıpiyozun tekini bulmuş, üstelik kız da Cemil’e tutukken. Oğlan yemeden içmeden kesilmiş, deli gibi yapmış kendini, sonra bir gün dağ tepe gezerken ortadan kaybolmuş. Felaket, aile perperişan, kimsenin hiçbir şey bildiği yok. Yıllar geçtikten sonra kardeşine ne olduğunu öğreniyor anlatıcı, o da ayrı bir yara. Başarılı öykü bu, kitaptaki öykülerin kadrinden başka.

Yalsızuçanlar, nasıl demeli, ilginç bir öykücü. İlk kez okudum, elimde yüz beş üç kitabı daha var, zamanla okuyacağım. Merak uyandırdı. Bezdirdi de az.

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!