Taner Ay – Edebiyatın Kadıköyü

Orhan Tekelioğlu önsözde Cumhuriyet’in kültür politikaları gereği pek çok insanın o dönem Ankara’ya taşındığını söyler, mebus olamayan VIP’ler geçim derdine düşüp başkente taşınarak devlet kurumlarında çalışmaya başlarlar. Kısa süre öncesinde II. Abdülhamid’in zorla memur yaptığı yazarlar vardı, Ahmet Rasim yanlış hatırlamıyorsam, yazı çizi işlerini bırakıp memur yapılınca cehenneme düşmüş kadar olmuş, Meşrutiyet’le birlikte istifayı basıp yazarlığa dönünce bayram etmiş. Daha da vardır emsali, buradaysa bürokrat olmak, Ankara’da bir işin ucundan tutmak garanti geçim kaynağıdır, ayrıca kültür ortamının güdümlü versiyonu da çekicidir, elbet İstanbul’da serbest takılan sanatçıların forsu kaybolmaz da gözdedir Ankara yani, İstanbul’a dönüşünün güzelliği dahi bundan doğmuştur. 1950’lerden sonra solu da sağı da asıl İstanbul’da devinmeye başlayınca memleketin kültür odağı tekrar kayıyor, daha doğrusu denge tekrar kuruluyor, yayınevlerinden gazetelere her tür yayın organı, zaten Bâbıâli var da İstanbul’da yaşanmayan sanki hiç yaşanmıyormuş gibi olunca, ister istemez, Yaşar Kemal de buraya gelir, Orhan Kemal de gelir, Onat Kutlar da gelir, Ülkü Tamer de, daha kimler gelir. Taner Ay gelişlerin zamanını da anlatmıştır ama ağırlığı 1880-1950 arasına bindirmiştir, özellikle Meşrutiyet’le Cumhuriyet’in ilk yıllarına, özellikle Kadıköy’ün mahallelerine. Doğal olarak. Beykoz’a, Üsküdar’a, Maltepe’ye uzanır, uzanmak zorundadır, sırf Kadıköy araştırması değildir bu yani. Şahane ayrıntılar taşır, bazen de taşımaz, mesela Refik Erduran’la Aydın Arıt’ın kürek takımındaki maceraları yoktur, Oktay Akbal’ın dedesiyle trene binip Küçükyalı’ya gelişleri yoktur, Sevin Okyay’ın Küçükyalı’yla İdealtepe arasında bir yerde geçen çocukluğu yoktur, hasılı şahsen merak ettiğim mevzular yoktur ama o kadar çok şey vardır ki eksiklik hissedilmez. Aklıma gelen: Reşat Nuri Güntekin bir zamanlar Erenköyü’nde öğretmenlik yaparken mavi gözlü, sarışın öğrencilerinden birine âşık olur, onunla evlenmek ister, öğrencisi “hayranı olduğu hocasının karısı olamayacağını” söyleyerek teklifi reddeder. Ay okurdan istiyor öğrencinin kim olduğunu bulmayı, büyük bir sürprizle karşılaşacakmışız, gerçekten karşılaşıyoruz. Sonradan felsefe eğitimi alacak, öğretmenlik yapacak o kız, şiirler yazacak, Atatürk’le fotoğraf çektirecek, Ediz Hun’u doğuracak! Daha neler var böyle, sanat sepet ortamı çok küçük olduğu için herkes birbirini bir şekilde tanıyor, Saray’ın uzantıları da varlığını sürdürdüğü için o kanal açık, zaten insan da az, hani taş çatlasın altı kişi ötemizdeki insan o zamanlar iki kişi ötemizde falan. Bir tane daha: Can Yücel’le Behzat Ay bir dönem hemen her gün sabahı ederlermiş birlikte, kavga etmedilerse, Yücel’in Ay’da kaldığı bir gece çığlıklar, yardım çığlıkları, Taner Ay o sıra öğrenci, koşup baktığında Yücel’in yatakta korku içinde debelendiğini görmüş, “Kaplan! Kaplan!” diye bağırıyormuş Yücel. Meğer camdan kedi girmiş, biraz da büyükçe bir şeymiş, o kafayla korkudan delirmiş şair. İlginç bir şey de ben hatırladım şimdi, Balıkçı’nın Şişli’de yaşadığı günlerde Neyzen Tevfik’le eve geliyorlar bir gün, İsmet Kabaağaçlı o sıra evde mi yok, bir şey, boş yatağına Neyzen yatıp sızıyor hemen. İsmet Hanım geliyor, odasına bir giriyor, çırılçıplak bir adam var. Çığlıklar tabii. Evet, birileri bağırıyor, birileri birilerini vuruyor, silahlar ateşleniyor, aşk yüzünden insanlar vereme yakalanıp ölüyorlar veya ömürleri boyunca hüzünlü şiirler, şarkılar yazıyorlar, Ay’ın kitabında sayısız örnek var. Ahmet Rasim’i anmalı, tam Kadıköylüdür, mehtabı deniz kenarında batırmayı sever. Bu arada Mühürdar’ın önü denizmiş eskiden, “Kumluk” derlermiş, doldurulmadan önce ne meyhaneler varmış da sanatçılar takılırlarmış oralarda. Şimdi çok dağınık oldu ama aklıma parça parça geliyor, kedici o kadar çok sanatçı var ki! Cihat Burak mesela, bazı meyhanelerde istenmezmiş çünkü kaç kediyi peşinden getirip beslermiş oralarda. Özkan Uğur aslında Koşuyolu’nda doğup büyümüştür ama Fuat Güner’le Mazhar Alanson’dan ötürü Kalamış’ta, Köhne’de çok takılmıştır, Güner oralarda doğup büyüdüğü için. Garavel Usta’nın oradan oraya uçarken “Hadi bakiyim!” diye haykırması efsanedir, meğer Kalamış’taki balıkçılardan biri aynı o şekilde bağırırmış, Uğur muhtemelen o adamdan almıştır sesi. Neyse, Mühürdar, vapurlar, Kadıköyü civarında oturan herkes karşıya vapurla geçiyor tabii, vapurlarda karşılaşmalar, Vâ-Nû’ya sağlam şamarlar ve hatta silahlı saldırı çünkü evli kadınlara salça olurmuş Vâ-Nû. 1950’lerdeki imza kampanyasına katılmadığı, “Beni bu işe karıştırmayın,” dediğinden Yahya Kemal için “ne benim cenazeme gelsin ne ben onun cenazesine gideyim” demişliği vardır, Ataç da Atatürk’le ilgili bir sözünden ötürü Kemal’in imzalı fotoğrafını salonun başköşesinden kaldırıp tuvaletine asmıştır, Mîna Urgan da evine sık sık gelip yiyecek ne varsa lüplettiği için “asalak” nevinden bir şey demiştir Yahya Kemal için, kısacası bu adamı tuhaf huylarından ve bokboğazlığından ötürü seven pek yoktur, saygı duyanıysa çoktur. O da uzaktan sanıyorum. Ay bazı mahallelerden bahsediyor, kendi mahallesinde geçmeyen olayların ayrıntılarını vermiyor, ne demek istediğini tam anlayamadım açıkçası ama Tekelioğlu’nun dediği kadar tarafsız değil yani. Mîna Urgan’ın Yahya Kemal’in şiirlerine yönelttiği eleştirilerde biraz husumet bulduğunu söylüyor mesela, sonra Nâzım Hikmet’in annesiyle Yahya Kemal arasındaki ilişkiyi çirkince anıyor üç dört yerde. Ya söylemeden geçemeyeceğim, abi metnin en ihtiyaç duyduğu şey dizin zira her yerde birileri geziniyor, her yerde birilerinin adı geçiyor, dizin yok! Büyük eksiklik, umarım sonraki baskılarda eklenir. Evet, Vedat Örfi “hakkı yenen” biri edebiyatımızda ama bunun sebebi Nâzım Hikmet’in Piraye’nin ikinci kocası ve de Memet Fuat’ın üvey babası olarak kayda geçmesi mi, çok çok aşırı yorum, Nâzım Hikmet’te mi aramalı bunun suçunu yani, saçma. Nâzım Hikmet’in komünistliğini -üstelik Anadolu’ya geçerlerken Nâzım’la Vâ-Nû’nun bir gecede nasıl değiştiklerini de anlatır Ay, incesine girmeyeceğim çünkü heyecanlı bir hikâye, kitabı edinip okuyunuz- Yahya Kemal’e duyduğu nefrete bağlamak, üstü kapalı laf sıkmak yani, saçma. “Cevizlik’teki Celile Hanım, oğulcuğu Nâzım Hikmet kıskançlığından tırnaklarını kemirse bile, Yahya Kemal’i dişi bir parsın elâ gözlerindeki şehvetle yatağa atmıştır.” (s. 77) Şimdi metnin genelindeki havayı da kokladıktan sonra söylüyorum, en hafif tabirle hadsizliktir Ay’ın yaptığı, Tekelioğlu’nun belirttiğinin aksine “Salâh Birsel’in sesi”nin bu metinlerde duyulmaması bir yana, Birsel böyle bir şey yazmazdı, yazmayı aklının ucundan dahi geçirmezdi. Toparlarsam, bir şeylere kızgın Ay, birilerine çatıyor ama neden çattığı da belli değil, Yahya Kemal’i “tıraşlayarak” anlatan Ayvazoğlu’ndan pek farkı yok benim için. Bir yanlışını da düzeltip bitireceğim, şahane bir metin çıkarmış ortaya da tadı bozmuş yer yer, gerçekten tarafsız olsa iyi olurmuş. Şöyledir, Tanpınar’ın takıldığı bir arkadaş çevresi vardır, Tanpınar isim de taktıkları bu mahfili romanlarından birine almıştır hatta, kişiler burada birbirlerine taktıkları lakaplarla tanınır. “Kırtipil” lakabını Nazmi Acar’ın taktığını söyler Ay, elbet o takmıştır, “fazla kafa yorulmasın”dır. Yorulsundur çünkü yanlış bilgi veriyor Ay, Meral Tolluoğlu Ataç’ın Babam Nurullah Ataç nam metninden: “Tanpınar, son derece alçakgönüllü, son derece hoşgörülüydü. Çok da sevimliydi. Sarı saçları, kıvır kıvır kirpikleri vardı. Her zaman gözlerinin içi gülerdi. Babam kendisine ‘kırtipil’ adını takmıştı. Bunu çok iyi bildiği halde bir gün bile babama gönül koymadı. Kardeş gibiydiler.” (s. 40) Hatay tayfasıyla ilgili bir bölümde de Necati Tosuner’in adı geçiyordu, tuttum o bölümü olduğu gibi Tosuner’e gönderdim. “Kadınları yazmamış!” diye cevap geldi. Kadınları da yazsın Ay!

Liked it? Take a second to support Utku Yıldırım on Patreon!
Become a patron at Patreon!