İyi ve çok kötü öykülerin bir arada bulunabilmesinin nedeni eğer gidilmişse atölyedeki üretimlerin kitaba cümbür cemaat konması olabilir, editörün durumu pek umursamaması olabilir, pek çok nedenden biri paşa gönle göre seçilsin. İyilik sağlık kriterimi metinlerin oyunlarına, anlatımın uçarılığına, falana ve filana göre belirledim, iki kutbun birbirine dokunabileceği noktadaki öyküler derlense tadından yenmez, araya birkaç çıkıntı öykü karışabilir ki çeşitliliktir, olur. Öte olmaz ama, Komut neler yapabileceğini ilk öyküdeki karmaşık yapıyla gösterdikten sonra öyle düz, dümdüz öykülere yer vermiş ki yeteneğine ihanet adeta. “haritabere” kitaptaki en oynak, okuru kurguya sınırsızca dahil eden, okurun yorum becerisini zorlayan, okura, “Hadi bakalım, uğraşın azıcık,” diyen öykü, ilk. Cümlelerin ilk harfleri küçük. Biri korkularını cebine koyup yola koyuluyor, duruyor. Sonraki paragraf: “/yağmur yağıyordu./ kapıya baktı/ elini paltosuna uzattı, vazgeçti./ “yağmur” dedi yüksek sesle./ perdeyi araladı/ korkmuştu / üzerine sinecekti koku. ←” (s. 11) Öyküyü iki kez okudum, ilkinde okun haritaya bırakılmış önem işareti olduğunu düşündüm, ikincisinde yakın veya uzak geçmişe bir yönlendirme olduğunu akıl ettim, sonra ikisinin ve henüz bilmediğim bir üçüncünün, mesela cümleleri tersine istikamette okumanın karıştırılarak oka sokuşturulduğunu anladım. İtalik kısımlarda da geçmişten fragmanlar var, kokudan kurtulmaktan bahis ve ardından banyo faslı. Su damlacıkları bedende dolanan davetsiz eller, “tıktıktıktıkısacık” kestirilen saçlar damlalardan kurtulmasını sağladı. Üzerinde ağırlık yapan ne varsa çıkardı, marul, limon, fesleğen, hepsi döküldükten sonra kişi daha hafif, karşı kaldırımda, “kadın/adam” diye geçiyor iki yerde, son öyküdeki tribe bağlayacağım bunu. Kişinin içi bir, dışı bir ve iki, ruhun çift cinsiyetliliği. Seyir devam ediyor, kişi bir çocuğu görüyor, annesinin elinden minicik parmaklarını kaçıran çocuğun beresinde kırmızı bir ponpon, annesi isterse çocuğunu buzdolabına koyar, kurslara yollayıp yetenek manyağı yapar, elleriyle biçimlendirebilir de bu çocuğun işi nedir? Ponponundaki dünya haritası “adama” şehirleri gösterir, iğneyle işlenmiş desenlerden betonlar yükselir, çocuk arıya dönüşür, kişi arıya uzak durmasını söyler ve sokağa çıkmışlığını geri sarmaya başlar, adımlarını geri geri atan kişinin üzerindeki bedeni ittiğini görürüz ama bir yanlışlık var burada, bedeni üzerine çekmesi gerekiyor ki bütün bir sayfayı kaplayan “ŞAKŞAKŞAK”lar, kendi isteğiyle adamın altına yatan kadının acıyla dolu yalvarışları, adamın zalimliği başlayabilsin. Gerçi cinsiyetleri tersine de çevirebiliriz, kişiden bahsediyoruz. Öykü kişinin nereye gideceğini nihayet bilmesiyle bitiyor, bildiklerinin hepsinin bir ve öğrendiğinin iki olduğunu söylüyor, nokta. İkinci öykü de iyi, farklı düzlemlerde ilerleyen anlatıda karakterlerin kurguyla kendi gerçeklikleri arasında gidip gelmeleri, yazarını bekleyen bir karakter ve karakterini bekleyen bir yazar ikiliği okurun dikkatini toplatacak kadar silik, kör göze parmak bir durum yok, çoğu metinde, “Ben çok katmanlı bir öyküyüm, kafalıyım, sen salak olduğun için anlamayabilirsin diye her şeyi açık açık anlatıyorum,” diyen ses uğul uğul doldurur kulakları mesela, bu öykü öyle değil. Benzerlerinin yanında başarılı bir örnek yani, şahane. Sanıyorum Ferat nam karakterler başka öykülerde de karşılaşıyoruz, aslında bazı izlekler ve karakterler ortak. “‘duy – ma’ operasyonu” yine iyi, “Operasyon başlasın!” nidasını duymasıyla kişi işitme yetisini kaybeder, televizyonu kapar, boş ekrana bakar, televizyonu tekrar açınca da duyamaz, mevzunun bir ölçüde televizyonla ilgili olduğunu ama o kadar da ilgili olmadığını anlarız. Sesler boğuk boğuk gelir, kişi radyoyu açtığında aynı boğukluk sürer, kedisini ve annesini evde arar ama bulamaz, zaman geçtikçe eskimiştir, bir başınadır. Babasının kendisine kötü davrandığını hatırlar, annesinin tek ayak üzerinde zıplama taktiğini uygular ama yok, anılarında acıdan başka bir şey bulamaz. Operasyonun tamamlandığına dair telsiz mesajıyla öykü sonlanır, anlam çıkarma veya çıkaramama işi okura kalır. “koku”dan itibaren vasatlığa doğru kırıyor dümeni öyküler, bu öykü de kurtarır. Mahallenin kadınları, dedikodu, hamura benzeyen mayalanmış kent, sıkıntılarla şişen sokaklar iç monologlar ve diyaloglarla örülür, iyidir ama diyaloglardaki “bilgi topakları” da neyin nesidir? Birbirlerini uzun süredir tanıyan komşulardan biri şöyle der: “‘Çocuk evde durmak istemiyor. Hiperaktif mübarek. Okulda da öyle, öğretmen de ne yapacağını şaşırdığını söylüyor bazen. Gerçi o da sümsük! Her mezun olanı öğretmen yapıyorlar sonra çocuklara suç buluyorlar. Çok zeki aslında bizimki, o yüzden sıkılıyor derste.’” (s. 35) Diğeri de aynı mevzudan ahlanıp vahlanıyor, onun çocuğu da öyleymiş. Şimdi beni iki kadın büyüttü, altın günlerinden mahalle toplaşmalarına dek hangi kadın ortamı varsa sık sık katıldığımı söyleyebilirim, bu üfürükten bilgiyle birlikte camdan cama muhabbet eden iki kadının bu şekilde konuşmayacağını da rahatlıkla söyleyebilirim. Bu falsodan başka öykünün etkileyici sonundan bahsedip bitireceğim, küfle kaplanmış bir beden olduğunu duyumsayan anlatıcı kokudan hiçbir zaman kurtulamayacağını anlar, son. Bazı cümlelere dipnot düşülmüş, hem yapıyla hiçbir ilgisi yok hem de herhangi bir yenilik taşımıyor, dipnottaki cümlelerin dipnotta yer almasına gerek yok açıkçası, metne yedirilirmiş.
“apartman”la birlikte büyünün etkisi kayboluyor, uyanıyoruz. Yaşlı beyefendinin yalnızlık yürüyüşü. Evinden çıkıyor, gelininin kapısını çalıyor ama kapı duvar. Sokağa çıkınca cama bakıyor, gelin kaçıyor hemen içeri. Ha bir de şu: “Artık bedeni küçülmüş, eski heybetini kaybetmişti.” (s. 41) Bu cümle hemen hemen aynı sözcüklerle önceki öykülerden birinde kurulmuş, bu tür tekrarları ortadan kaldırmak lazım. Benzetimler kurulabilir, aynı şeyi farklı biçimlerle anlatmalı. Şu da var: “Asansöre yeniden bindiğinde aynaya bakmaktan çekindi, kendi gözünden akan yaşlara tanık olmak istemedi. Sol avucunu gözlerinin üzerine götürdü.” (s. 42) Asansörde başka kimse yok zaten, “kendi”nin fazlalığının yanında “sol avucu gözlerin üzerine götürmek”? Ateşinin olup olmadığını anlamaya çalışan bir adam canlandı gözümde, gözyaşını silen biri değil. Neyse, emmi sokağa çıkıyor, birileriyle muhabbet ediyor, parkta karşılaştığı kadının anımsattıklarından mutsuz oluyor ve aynı mutsuzlukla evine dönüyor, ölen eşine erkenden gittiği için veryansın ediyor, alt kattaki gelininin dairesinden evlilik programının sesi geliyor, bitiyor öykü. Bu. Kesmedi beni yani, önceki öykülerin oyunculluğunu gördükten sonra çok yavan. “kırmızı” ecnebi memleketlerden birinde çalışan kızın köyünü yıllar sonra ziyareti, babasıyla eril eril muhabbeti. “alarm” var, iyi başlayıp kötü biten bir öykü. Kadın “ütü yap” alarmıyla uyanıyor, aslında alarm dit dit ama görevle bütünleşmiş, bazı alarmlar ütüye uyandırırken bazıları kahvaltı hazırlamaya uyandırıyor, her alarmın olayı başka. Kadın kalkıyor, kocasının elbiselerini ütülüyor, iş güç derken adam ekmek almaya gidiyor, iyi bir şey. Kadın eşine âşık ama ev işleri mahvetmiş hayatını, döngüyü kıramıyor. Adam dışarıdan gelince elinde çiçek, uzun zamandan sonra incelikle karşılaşıyor kadın, sonra bakıyor ki çiçek belediyenin hediyesi, Dünya Kadınlar Günü. Eşine sinirleniyor kadın, bitti. “pire” iyi, “aynı sokağın sakinleri” iyice, “kadınadam” önceki öykülerde yer alan karakterlerin potpurisi. Anlatıcının cinsiyetine göre biçimlenen iki alternatif anlatı, sanki ruhun kadınlığı bir evrende, erkekliği paralel evrende, sarmal bir halde zamanı geçirmeye çalışıyor. Güzel bir final, keyif verdi.
Komut’un öykü seçiminde daha, ne diyeyim, özenli olmasını bekliyorum. Bekliyorum ama, öyküleri yine Everest’ten çıkan Meral Saklıyan’ı beklemiyorum mesela, olayını anladım ve “denemeyeceğini” sezdim ama Komut’un ikinci kitabını da okurum.
Cevap yaz