Şükran Kurdakul şiirleriyle biliniyor, öykücülüğünün kıymetine dair bir şeye rastlamadım. Arayan burada rastlasın, Kurdakul’u iyi bir öykücü yapan birkaç etmen var, ilki şiir görgüsünü öyküde gösterme biçimi. Dağların dev aynalarına dönüşüp sıcağı yere indirmesi, kısılan gözlerin ışığı bir başka kırarak ortaya çıkardığı renklerin yaşama inadı sunması ve daha pek çok örnek. Varlıktan, eylemden imge, çok. İkinci, öykünün ahdini unutmamak diyeceğim. Kurdakul kitaptaki bütün öykülerinde 1960’lı yılların toplumsal olaylarına yer vermiştir, TİP üyeliğini düşünürsek partisindeki çatlakları eleştirmekten geri kalmamıştır, mesela bir karakterine şunları söyletir: “‘Ne ahlâk, ne ahlâk. Bırak sosyalist ahlâkı.. Şöyle namuslu bir kişi ahlâkından bile yoksun olan bu efendilerin elinde nereye gidecek bu parti?’” (s. 72) Söyletir de varmak istediğim yer başka, Kurdakul kurduğu gibi sürdürür öyküsünü, hikâye esas karakterin zihninden hemen hiç ayrılmaz, haksızlığa uğramış insanın bakışı temizdir bir, belki ondan. Hapse atılan, sorgulanan, halk için kendini feda eden karakterlerden başka bir iki de suçlu vardır, insanlığa karşı suç işleyen hakim, savcı, artık her kimse, onun gözlerinden gördüğümüz vicdanı arındırma çabasıdır, bu yüzden geçmişe döneriz sürekli, karakterin suçluluğunu azdıran olayların üzeri nasıl örtülür, görürüz. Üç, öykülerde bilinmeyeni açan, belirgin kılan herhangi bir bilgi aktarımına hiç rastlamayız, zihinden ayrılmamanın bir etkisidir bu gerçi, karakterlerin yaşadığından başka bir şey bilmediğimiz için bütün mevzu ağır ağır ortaya çıkacaktır, karakter karanlığı açmadığı müddetçe bilinenler kısıtlı kalacaktır ki okura alandır bu, dönemin siyasi ve toplumsal olaylarına azıcık aşina olanlar için kolaylıkla doldurulabilir. Dördü de üçle beraber örneklemeden önce açayım, Kurdakul oyunculdur aynı zamanda, öykülerindeki taklaları başka başkadır. “Olaydan Önce”ye bakalım, koruk suyundan yudum yudum alan anlatıcı ve yanındaki adam, Ahmet Usta sıcaktan erir adeta. Köylünün yanına gidip partiyi tanıtacaklar anlaşıldığı kadarıyla, Ahmet Usta hemen yan çizer ve o sıcakta iki saat yol yürüyüp kuru ağızla köylünün karşısına çıkmayacağını söyler. İmbat esmez, Ahmet Usta “sağdıç” diye hitap eder anlatıcıya, mekan Ege’nin kurak bir yeri. Kırgınlığını gösterir anlatıcı, tek başına yürümeye başlar, düşünmek ve mücadelesini tekrar anlamlandırmak için zamanı boldur.
“Duymamış gibi, görmemiş gibi, konuşmamış gibi olmak… Nice durumlar bağlanabilir bu ‘gibi’lerin önüne yaşamımda; daha ilk gençliğimde, kendimi tanıma dönemeçlerini henüz geçmediğim günlerden beri.
Cezaevinin görüşme günlerinde, elindeki fileye ne alabildiyse doldurup, Hasanpaşa deresinden öfkesini hüzünle, acısını öfkeyle karıştıra karıştıra ‘Harbiye kışlalarına tırmanan’ annemin mütarekeden kalma korku ve acılarla, ölümler ve yitiklerle dolu gözlerini görmemiş gibi…
‘Sen nasıl kaldıracaksın bu ağırlığı, yıkılıp gideceksin mazaallah’larla dolu on dakikalık görüşmelerden sonra döndüğüm koğuşta, yavaş yavaş yenildiğinin farkına varamayan talihsiz bir arkadaşın, o geceyi de uykusuz geçirdiği belli olan yüzü ile karşılaşıp göğsünde biriken umutsuzluğu dağıtmak için bulutlara dalmamış gibi…
Ama hızımı kesmiyor bu hatırlamalar. Konuşmaya gideceğim insanların pamuk toplarken hızlarını kesmelerine göz yummayan dayıbaşlarından daha çatık kaşlı anılar var kafamda çünkü. Kimi bir kitabın, kimi bir şiir dizisinin içinde büyüyen anlamları ile yanımda yürüyorlar.” (s. 43)
Geçmişin bir biçim inşası budur, Kurdakul her bir anımsamaya başka biçimler bulmada maharetlidir. Öykünün oyunları bununla da bitmez, klasik çizginin bayağı bir açığından seyreden anlatım biçimine oyun diyorum bu arada, anlatıcı yürürken başka bir pencere açar Kurdakul ve askere ilçeden telefon geldiğini öğreniriz, bu kez inzibatın tarafını görmeye başlarız. Telefondan sonra derdinden sigara yakan çavuş bir de anlatıcılığı üstlenmiştir, yükü ağırdır, yanına aldığı askerle birlikte yola çıkar ve toplantı kanununa muhalefet eden adamı yakalamak için önce kendiyle boğuşur. Tanıdığı bir öğretmenin verdiği kitaplarla aydınlanmıştır, insanı ezen çarkların bir parçası olduğunu bilmektedir ama elinden bir şey gelmez, kahrolarak yakalamaya gider adamı, yanındaki askerden söylediği türküyü kesmesini ister. İlginç bir şey, başka bir çavuş anlatmaya başlar, öncekiyle hemen hemen aynı cümleleri kurar ama öğretmenin, askerinin ve kendisinin adı farklıdır, muhtemelen yakalamaya gittiği adamın adı da farklıdır. Amaçların değişmezliğidir anlaşılan, biri köylüleri bilinçlendirmek için uğraşırken diğeri köylülerin bilinçlenmesini engellemek için uğraşmaktadır. Birinde halktan aldığını düşündüğü güç vardır, diğerinde devletin sopasının verdiği güç. Türküyü yenilemesini ister askerden, senaryo değişecektir belki. O kez.
“İlk Gecesi” aklıma Balıkçı’nın filmini getirdi, tren sahnesini. Asker türkü söylemeye başlar, diğer asker gülümseyerek dinler, yaşlı bir emmi dinlerken gençliğini mi düşünür, Balıkçı’ysa iki askerin arasında belki de bir o an, ezgi sayesinde özgürlüğünü hatırlar. Bu öyküde kelepçeyi çözen asker bir de sigara uzatır, tutuklu sigarayı alsa da askerle konuşmaz. Trenin geride bıraktığı şehirdeki sokağı, evi, odayı ve saçları hatırlar, acaba tutuklandığından haberi var mıdır geride kalanın? Bir gecede değişmiştir hayat, yargılanmak üzere götürüldüğü yerde karşılaşacaklarından değil de diğerlerinin yükünden, kendisini mahkum eden hukuk adamlarının, hiçbir şeye ses çıkarmayan insanların vicdanlarından ürker. Savcıyı düşünür bir yandan, tutuklu gecenin içinde yol alırken savcı ne yapar o sıra? Duruşmaya daha bir buçuk saat vardır, evinde çay içen savcı gecelik giysilerini çıkarmamıştır. Başka bir zaman öğle yemeğini yemektedir, eşi mavi entarisinin içinde. Yargılama sırasında hiçbir iddianameyi okumaz, çatılı kaşlarıyla insanları küçülttüğünü düşünür, cezayı bekleyenler giderek ezilip yok olurlar. Savcı bu gücün etkisiyle mi yakınlaşır eşiyle, muhtemelen. Hapse gönderilen karakter bu gaddarlığı bilmekten ve parlak günlere inanmaktan mı alır gücünü, onca eziyete katlanır, kesinlikle.
“Öteki Üye” sağlam bir eleştiridir, sosyalist partiyi değil de insanı sıkı bir silkeler. Üç bölümden oluşur öykü, ilk bölümde iki kişinin konuşmasına şahit oluruz. Birinin ev sahibi eve gelip kirayı artıracağını defalarca söyler, konuşanlardan birinin eşinde kafa bırakmaz. Çocuk yüzündendir muhtemelen, ev sahibinin çocuğu özel okulda başarı gösteremezken kiracının oğlu o yoklukta örnek bir öğrencidir. Ev sahibinin adının Kemal olduğunu öğreniriz, partinin haysiyet divanında tekrar karşılaşacağız kendisiyle. Yedi kişi bir sebepten savunma vermeye beklenmektedir, Kâzım ve Kemal masadaki yerlerini alırlar. Kemal odaya ilk girenin onuruyla oynadıktan sonra kapı güm diye açılır, içeri fırtına gibi giren adam Kemal’in il haysiyet divanındaki başkanlığını tanımadığını, o başkan olduğu sürece savunma vermeyeceğini söyler, Kemal öfkesinden dışarı çıkar. Eve dönerken kira işini kesin olarak halletmek istediği için kapıyı tekrar çalar, o kez kapıya eşi yerine adamın kendisi çıkar. Yine aynı hava, adam dayanamayıp kapıyı Kemal’in suratına kapatıverir. Ahlaksızlıktan bahseden adam bu öyküdedir işte, Kemal’in halktan yana olmadığını bildiği için partideki çürüklerin nihayet yapıyı tamamen ortadan kaldıracağını bildiği için prosedüre karşı çıkar, üyeliğini tehlikeye atarak sosyalist görünümlü kodamanı eleştirir, tepeye şikayet eder. Bir şey değişmeyecektir muhtemelen, Kemal’in arkası sağlamdır da diğer öykülerdeki karakterler gibi bu adam da haksızlığa karşı ses çıkarma cesaretini gösterir. Göze sokmadan. Kurdakul’un öyküleri didaktik değildir, onurlu insanların olumsuz durumlarda nasıl davranacaklarını tarafsızca gösterir. Bu tarafsızlığı sağlamada herhangi bir kusur yoktur bence, belli bir dünya görüşüne sahip insanların nasıl hareket edeceklerini göstermekten başka bir amacı yoktur, propagandacılığı hiç yoktur, öyküleri bu yüzden de kıymetlidir. Beş.
İlk kez okudum, Kurdakul’a saygı duydum. Elimdeki kitaplarını hemen okuyayım.
Cevap yaz